18 Aralık 2011 Pazar
Deve
- Yanındaki koltukta pipo içen devenin giydiği terlik ne renk?
- ???
- Ya görmüyomusun bir deve oturuyo yanında, pipo içiyo, ayağında terlikler var.
- Dalga mı geçiyosun, ne diyosun sen yaa?
- Biraz önce aşk hayatımı sordun ya, onu diyorum.
- Akşam akşam yine saçmalamaya başladın.
- Yanındaki koltukta oturan bir deve yok değil mi?
- Yok tabi, kim varki şu kafede bizden başka.
- Eh, benimki de o hikaye. Olmayan bir şey hakkında sorular soruyorsun, ne cevap vereyim ki?
- !!! Seks yaptığın biri bile yok mu?
- O da ne? Anlamadığım bir dilden konuşuyorsun.
- Cidden yok mu ya?
- Devenin terlik rengi.
- :) Yalancısın.
- Yok. Devenin terlik rengi ne kadar gerçekse, benim aşk ve seks hayatım da o kadar gerçek.
- Yapma şimdi, inanmıyorum.
- Bak bakayım yanındaki koltuğa bir deve oturuyor mu, pipo içiyor mu, ayağında terlik var mı?
- Olmadığını sen de biliyosun, olamazki öyle bir şey.
- Neden olmasın ki?
- Deve olsa, koltukta oturmaz. Otursa da pipo içmez ki.
- Aşkın gerçek olduğuna inanıyosun, gelip seni-beni bulacağına inanıyorsun, ortalık et pazarıyken hala aşk peşinde koşan birilerinin varlığına hala inanıyosun.
- Evet.
- Senin yaşındakiler aşk aramaz, çatır çatır zkişirken sen hala aşk diyosun.
- Evet aşka inanıyorum.
- Ama deveye inanmıyosun.
- Yok.
- Hiç hayvan besledin mi?
- Yok, ilgilenemedim. Bakımı zor.
- Peki hiç çiçek yetiştirdin mi?
- Annem bakardı. Benimkiler hep soldu gitti.
- Ve aşk arıyorsun?
- !!! Ne alaka şimdi ya?
- "Sevgi emek ister" duydun mu hiç?
- Hee. Selvi Boylum Al Yazmalım.
- Ama hayvan besliyemiyorsun, çiçek bakamıyorsun.
- ??? Bulmaca gibisin.
- Bir ev hayvanına ya da saksıdaki bir bitkiye bile yeterli ilgi göstermezken, bir ilişkiyi bir aşkı yürütebileceğine emin misin?
- Abarttın yani. Aynı şeyler mi bunlar?
- Abarttım ama güzel örnek oldu.
- Alakasız.
- Sevginin her türlüsü emek istemez mi? Temeli bu değil mi?
- Evet ama insanla hayvan bir mi, bitki bir mi yani.
- Sevgi değil mi hayvanı da bitkiyi de büyüten.
- Bir açıdan öyle.
- Birini sevmek, sevilmek diyorsun. Farkı ne ki o zaman?
- Ama o insan.
- İnsanın farkı, seni tolere edebilmesinde mi?
- ???
- Yani ona yeterince ilgi göstermediğinde alttan alması, susması, şikayet etmemesinde mi?
- Nasıl yani?
- Hayvana ilgi göstermezsen bağırır çağırır, bitkiye ilgi göstermezsen solar gider. Peki insan ne yapar bu durumda?
- Bırakır gider başkasına.
- Evet. Peki sen hayvan ve bitkilerde bu kadar başarısızlığa uğramışken bir insana ilgi gösterebileceğine inanıyor musun?
- Ama o bir insan, konuyu çarpıtıyosun sen.
- Bakınız 3 cümle önce söylediğim şey, tolere edebilmesi.
- Aman sende. Saçmalıyosun. Uzman kesildin başıma. Sen önce kendine bak.
- Baktım.
- Aşk yok, seks yok diyosun sonra gelip bana ilişki dersi veriyorsun.
- Ne haddime. Sadece senin düşüncelerini sana sorgulatmaya çalışıyorum.
- Neden, ne gerek var ki?
- Umutsuzca aradığın, bulamadığından şikayetçi olduğun şeyi aslında isteyip istemediğinden emin değilim.
- Siktir git, iyice saçmaladın sen.
- Gerçekten, sen ne arıyorsun? Aradığın şeyi biliyor musun? Bulduğunda buna hazır olduğuna emin misin? Bulduğunda götürebilecek misin?
- Sen kendine bak.
- Ben bir şey aramıyorum ki. Bulmaya hayır demem tabi.
- Arasan bulabiliyosun sanki.
- Aramadığıma göre bu söylediğin geçersiz kalıyor.
- Neden aramıyorsun ki, herkes arar, her zaman.
- Aramıyorum, çünkü şu ara bir ilişkiye ayırabilecek zamanım yok. Kimseyi de "yanlış zaman" diye kırmak istemem.
- İsteyen zaman bulur.
- Hayat koşturmacaları arasına sıkıştırılmış bir kaç dakika ile yaşanabilecek şeye aşk/ilişki denmez.
- Ne denir?
- Olsa olsa kaçamak dersin.
- Yok canım.
- Sen ne dersin peki?
- Aşk işte.
- Aşk nedir sence, nasıl yaşanır.
- Tutkuyla seversin, herşeyin o olur, yanar bitersin.
- Evet, başka?
- Bilmiyor musun sanki bana soruyosun.
- Hep onunla olmak istersin, her anı onunla yaşamak istersin, hayatın tadı ancak onunla gelir.
- E biliyosun işte, daha ne soruyosun?
- Biliyorum, o yüzden taa en baştan söyledim sana.
- Ne söyledin?
- Deve.
- Ne devesi yaa?
- Aşk şu ara benim için yanımdaki koltukta pipo içen deve gibi.
- ??
- O devenin terlikleri kadar gerçek.
- Saçmalıyosun iyice.
- Neden ki? Kendimi tanıyorum, durumumu biliyorum. Başkasını kandırmıyorum, hele kendimi hiç.
- Ben kendimi mi kandırıyorum?
- Ben saçmalıyorum, sen alıngansın. İyi bişey bu.
- Öfff...
- Bence sen de bir düşün tekrar. Gerçekten ne istiyorsun, gerçekten ne verebilirsin. Ona göre yaşa hayatını.
- Senin gibi mi?
- Ben öyle yaptığımı iddia ediyorum.
- O zaman sorunun cevabını sen biliyosundur.
- Soru?
- Devenin terlik rengi nedir?
- Pembe üstüne turuncu puantiyeli.
13 Nisan 2011
2 Haziran 2011 Perşembe
Gece Masalı
Derler ki; eğer onları görebiliyosan, onlar istediği içindir. Eğer seni istiyorlarsa, seninle işleri varsa anca onları görebilirmişsin. İşleri dediğim de, pek hayırlı şeyler değil. Onları görenler ya buralardan kaçıp gitti, ya toprağa göçtüler, ya da ortalardan kayboldular ki şu dağın taşlarına dönüştükleri bile söylenir.
Ben olsam o dağda, o taşlıkta, oradaki mağaralarda pek dolaşmazdım. Gece mavi ışıklar görünür oralarda, yerden ateş fışkırdığını görenler de olmuş. Aysız gecelerde o taşların eski tanrılara dönüştüğü, ateş havuzlarının başında bekçilik yaptığı; dağın açılıp içerisindeki gizli odaları 3 kadına ve hizmetkarlarına açtığı anlatılır eski masallarda.
Derler ki, toprağın ateşi akarmış bu dağın altında. Dağın içindeki bu köy kadar büyük mağaralarda odaların altından geçer, şu göl kadar büyük bir ateş havuzunda birikirmiş. Ateşin başında eski tanrılar ellerinden mavi ışıklar saça saça beklermiş. Ateşi mi beklerler, ateşe gelenleri mi beklerler bilinmez ama onlar bile 3 kadına bir şey yapamazmış.
Ateş dokunmazmış kadınlara, zaten ayakları üzerinde yürümez, eteklerini arkalarında savura savura havada süzülürlermiş. Etekleri, kimine göre toprakla birleşirmiş, kimine göreyse havayla. Artlarında eski tanrılara benzer koca yaratıkları hizmetçi edip, dağın içlerine gizli bir kapıdan girerlermiş. Kim bilir ne sebeple.
Çok giden oldu o dağa, o kayalar arasında kaybolup da geri dönmeyen. Geri dönenlerin anlattıklarıysa, yaşlıların korkutmak için çocuklara anlattığı hikayeler oldu. Bu kadınlar senin peşine düşermiş, her adımında arkanda dururlarmış, her yaptığını izlerlermiş. İstediklerinde tam arkanda görünür olup, seni zorla arkana baktırırlarmış. Tek gördüğün kirli, koyu bir giysinin ve peçenin ardına saklı yüzlerindeki gözleriymiş. Boş, kuyular kadar derin, gece kadar karanlık gözleri.
Not: Geçen gece gördüğüm, beni uykumdan eden kabusu yazmak istemiştim. Ama baktım, korku filmlerindeki "buralarda ebeniz böyle zikilir" anlamındaki giriş bölümleri gibi olmuş... Devamını getirebilir miyim, bilmiyorum; çünkü çığlıkla uyanmıştım ve rüyayı kopuk kopuk hatırlıyorum. Belki devamını yazmalı hatta çizmeliyim...
27 Mayıs 2011 Cuma
Gelincik Tarlası
Güzel çiçekler. Çok kırılgan, çok sade, çok ateşli, çok sessiz ve çok beklenmeyen... Galiba, İskandinav mitolojisinde "yeniden doğuş"u simgeliyor...
Acaba diyorum, bir bahçem olsa ya da balkonuma boydan boya saksı döşeyip, bu sevdiğim çiçeklere sahip olsam.... Olası mıdır?
Tohumu satılır mı, toprağıyla taşımam mı gerekir, nasıl yapılır, nasıl edilir?
Var mı bilgisi olan?
24 Mayıs 2011 Salı
Güvercin Hanı
6 Nisan 2011 Çarşamba
Waiting
It's all about the waiting for that final storm...
If the waiting doesn't kill you first.
Being Human (US), S01E12
11 Ocak 2011 Salı
Fazla şişirilmiş balon
Ne alaka? çözümlemek lazım ya şu ara ne o kafa var, ne o istek… Aha bak yine, bişeyler daha sokuşturdular içime, ulan yeter şimdi sıçrayacam üstünüze içimde ne varsa hepsiyle… Keyifleniyordum ya bikaç gündür, yine kaçırdılar tadımı.. Kimler üzdü seni diye sorma sakın, “ben ve herkes” dışında bişey diyemiyorum…
Hani demiştim ya, “artık beni üzen şeyler sadece kendi yaptıklarım, başkalarının bana yaptıkları değil”.. Güzel bi cümleydi, güzel bi karardı, değil mi?... Değil… Çünkü, devamında “başkaları artık beni üzemesin” diye insanlardan bir kaçış da geliyor. Başkaları için nedir durum bilmiyorum ama benim için “insansız” yaşamak mümkün değil, o yüzden keyiflendikçe, kendimi toparladıkça yine insan ilişkileri kurmaya yelteniyorum ama sonuç yine aynı oluyor… “İnsanlar suçlu değil demek ki, benim”.. ya da “benim artık insanlar arasında yerim yok”.. ya da “ben insan değilim galiba” gibi sonuçlar çıkıyor bundan…
İnsan öyle ise, ben öyle yapamıyorsam… 1+1, sonucu belli.. her ne kadar bir artı bir’in iki etmediği konusunda saatlerce konuşmuş olup karşımdakini ikna etmeyi defalarca başarmış olsam da, bu kez karşımdakini ikna edemiyorum.. kendimi….
Bana insanların koyduğu isimlerle yaşayamıyorum, insanların benden beklentilerini gerçekleştiremiyorum, kimseye bir şey vaat etmemiş olsam bile benden talep edilmiş şeyleri sağlayamıyorum… Yalnızlığın ötesinde bunun olduğunu söylemişlerdi.. ama söylenmesi değil yaşanması gerekmiş ya bir şeylerin, işte yaşamak böyle şeylere dönüştürüyor insanı.. Uzak, soğuk, tatsız, eğlencesiz, ayakta durmaya çalışan (kıyıda bir köşede)… hayatı ancak küçük detaylarda, kısacık anlarda yaşayabilen… hayatın tadına küçücük şeylerde varabilen, beklentileri/talepleri azalmış… ama yine de incinmeye açık, incinmeye hazır… “Beni bu noktadan incitebilirsiniz”, “şuram daha hassastır en çok orası acıtır”, “şuradan vurursanız hemen kırılır yıkılırım” diye bağırıyorum galiba.. Neon ışıklı yanıp sönen oklar dizmişim etrafıma, koca koca pankartlar açmışım kör gözün görebildiği….
Başka bir şey olamaz, her şey tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar olduğuna, aynı şeyi yaşadığıma / yaşatıldığıma göre… Daha da mı uzak olmak lazım? daha soğuk? Daha köşeye mi kaçmak lazım?... ya da artık ayakta durmaktan vazgeçip veda etmek?
Ben en iyisi kombiyi azcık daha açıp soğuğu da dünyayı da bir kez daha dışarı hapsedeyim… Bir fincan daha kahve yapayım, şöyle yaz geceleri gibi koyu ve sıcak, üstelik en yıldızlısından… Bir parça çikolata yiyeyim, yine koyu, yine sıcak ama kaybolmak istediğim ormanlarda yetişen ekşi tadlarda.. Çiçeklerime de su vereyim, bu havada inatla yeşil kalmaya hatta çiçeğe durmaya kalkışmalarına ödül olsun… Güzel bir müzik açayım hem çiçekler hem kendim için; şöyle sakininden, evin içini dolduracak, ağır ama etkilisinden… Sonra gidip bir kez daha uzun bir duş yapayım, üzerime yapıştırılmış kirleri akıtması için bu kez daha sıcak olarak… Sonra kokularına göre yaptığım alışverişten bir yemek hazırlayayım kendime, çıtır ekmekli, söğüş domatesli…
Bunlar kaldıysa elimde, kendime hala yaşadığımı hissettiren, onlara tutunayım o zaman… Kayıp gitmeye, sönmeye, çökmeye hazır ya da istekli olmadığıma göre…
Elden, dilden başka ne gelir ki…
3 Ocak 2011 Pazartesi
Limonlu Naneli Şekerli bir Hayat
To: mine
Subject: RE: limonlu naneli şekerli bir hayat
Date: Tue, 3 Aug 2010 12:27:05 +0300
27 Aralık 2010 Pazartesi
Neyleyim....
Bir solukuk izin ver.
Analık hakkınla bağlama beni.
Aşk
Elimde gençliğim vardı;
Onu verdim.....
24 Aralık 2010 Cuma
Çöküntü
15 Kasım 2010 Pazartesi
Bugün Hayat
Konular aynı konulardı, daha önce defalarca yazdığım şeylerin farklı durumlarıydı sadece:
Eskiden yalnızlıktan şikayet edermişim, "gündüzleri kalabalık arasında yalnızken...." diye başlayan cümleler kurarmışım... Aslında yalnızlığı tek kişi ile paylaşıyormuşum, onu hayatımın olmasa da günümün merkezine koyuyormuşum; gece yine yalnızmışım - ona o kadar değer veriyormuşum ama gecemi onunla paylaşamıyormuşum... Ve o geceler hiç kolay geçmiyormuşş... Gün olsun da ona kavuşayım diye düşündüğüm çok oluyormuş. Ama, o da artık hayatımda olmayanlardan biri oluvermiş, bense onu özüyormuşum... Kavuşmayı sağlamam mümkün olmadığı için acıyı yoketmenin yollarını keşfetmeye başlamışım... Ve, ilk yok olan acı, yalnızlık olmuş...Özlemin acısı varmış sırada, sonra ihanetinki... Sonrasında sıralanan çeçit çeşit, zehir yeşili acılar sırada beklermiş... Kahrolası bir sabır da varmış bende ya, taşı büken, kutsallara layık olan... Biri gitti, kaldı iki diye devam ediyormuşum günlerime, gecelerime... Sabır ile keşfediyomuşum acının zayıf yönlerini, nasılını, ne zamanını... Sabır, doğru anı-koşulu beklemeni sağlıyormuş belki ama bu bekleyişle tükettiğin şey ise yine hayat oluyormuş, ömrün oluyormuş. Bu kadar sabrın içerisinde kendime şaşırıyormuşum.... Neden ve nasıl hala devam edebildiğime... Nasıl en dibi gördüğüm halde hala yüzeye çıkabilmek için çaba gösterdiğime... Bazen çaba gösterecek gücü nereden bulabildiğime, bazen ise nasıl olup da hala dibe çarpmadığıma...
Detaylar üzerine küçük kareler..Küçük hisler, küçük hissedişler... Kopuk, karmakarışık, sırası ve düzeni bozuk, nereye gideceği belli olmayan...
Tıpkı.... bana kendini hissettirmeye çalışan hayat gibi, benim kendi hayatım gibi...
15 Ekim 2010 Cuma
Pixar Yaramazlıkları
Gözüme takılan şey, şu solda arkada duran şey oldu: Totoro...
Tabii ki, hemen gidip Google Amca'ya sordum ve birkaç yerde Totoro'yu görerek aslında ne kadar kör olduğumu farkettim.
Şu linklere bi bakalım lütfen:
Toy Story 3 Sürpriz Yumurtaları
Wall-E Sürpriz Yumurtaları
Up Sürpriz Yumurtaları
Bu arada da "Monsters, Inc. 2"nin yolda olduğunu öğrendim, pek sevindim... Darısı "The Incredibles 2"ye...
16 Eylül 2010 Perşembe
Müzik Alıntısı
yanıp tükenişimi izleyeceğim.
hiç dert etmiyorum,
çünkü bunun
canımı yakışını seviyorum.
şuracıkta durup,
kendi ağlayışımı dinleyeceğim.
hiç dert etmiyorum,
çünkü senin
bana yalan söyleyişini seviyorum.
Not: Ben demedim, ben artık bunu demiyorum. Eminem ve Rihanna söylemiş, "Love the way you lie"... Olabildiğince çevireyim dedim.
14 Eylül 2010 Salı
"İyi" Taktiği
- Nasılsın?
- İyi.
- İşler nasıl?
- İyi.
- Anne nasıl?
- İyi.
Örnekleri siz çoğaltabilirsiniz. Bu sorulardan birine "kötü" ya da "fena değil" desem; "hayırdır birşey mi var?", "neden kötü?", "yapabileceğim bir şey var mı?", "anlatmak istersen buradayım" gibi cümleler ile muhabbeti uzatma şansını vermiş olacağımı bildiğim için, ben "iyi" ile geçiştirirdim. "İyi"den sonra karşı tarafa söyleyecek bir şey kalmaz, en çok yeni bir soru bulmaya çalışır, o soruya da "iyi" yanıtını alırdı. Kısacık bir sürede sorabilecekleri tükenir, ben de kendi işime bakardım.
Bu taktiğimi 1-2 kişiye de öğretmiştim ya da farketmelerini sağlamıştım. Eminim bazı zamanlarda işlerine yaramıştır.
Sonra ne oldu? Geçtiğimiz günlerde, telefonda bana "iyi taktiği" uygulandı... Bozuldum, kırıldım, üzüldüm ama ne çare. "Demek ki, kendi silahım ile vurulma zamanım da gelmiş" dedim, "bu kadar olmuşuz ha" dedim, hızlı bir veda kelimesi ile telefonu kapattım ve içimdeki boşluğa bir damla daha ekleyerek günüme devam ettim.
28 Ağustos 2010 Cumartesi
"Dışardakiler" alıntısı
Kitlelerin herhangi bir nedenden ötürü sıkıntıda oldukları dönemlerde, düzenli işlerine daha sonra taze bir güçle sarılmak için zaman zaman başka millete, ırka, dine, renge sahip olan kesimleri, kendi hoşnutsuzluklarını dışa vurabildikleri bir günah keçisi (şamar oğlanı) haline getirmeleri modern uygarlığın bir işlevi sayılır. Günah keçisi olabilme özelliği, ancak zayıf ve tarihte ezilmiş ya da sosyal açıdan geri bıraktırılmış milletlerde bulunur, zayıf oldukları ya da tarihte baskı altında tutuldukları için, ceza çekmeden onlara kolaylıkla yeni baskılar uygulanır. Amerika'da zenciler, Batı Avrupa'da bazı İtalyanlar da bu durumdadır.Rosa Luxemburg, Toplu Eserler, cilt 4, s.324
28 Temmuz 2010 Çarşamba
Hoşçakal
"Biri" vardır hayatında...
Konuştuğun, dertleştiğin, paylaştığın, yaşadığın ve yaşattığın biri... Yaşamında ona bir yer verir, kimi zaman tüm yaşamını o haline gitirirsin... Hayatını ona göre ayarlar, hayatını ona göre yaşarsın... O, senin için öncelik ve değer sahibidir; kimi zaman onun önceliğini kendininkilerden önde tutarsın, onun bunu istemesine gerek kalmadan. Tüm yaşam alışkanlıklarını ona göre değiştirmeye başlarsın; hayatında ona bir yer oluşturabilmek için, yüreğinde sıcak, rahat bir yer bulabilsin, oraya zorlanmadan sığabilsin, orada rahat etsin diye...
Hüznü de sevinci de onunla yaşarsın; günlük hayatını da, günlük hayatın dertlerini de onunla paylaşırsın, bir dokunuş ya da bir kaç cümle ile... En kötü gününde ona sarılmak, senin bozuk olan moralini yerine getirir, sorunlarınla başedebilmek için güç toplarsın... Onun sorunları, moralsizliği seni de etkiler ve onun iyi hissetmesi için elinden geleni ardına koymazsın...
Kimi zaman aile dersin ona, kimi zaman sevgili, kimi zamansa bir arkadaş olur. Bir yoldaş, bir dosttur bazen. Hatta artık insanlaşmış bir hayvan bile olabilir. Ne olursa olsun, "o" herhangi biri ya da bir tanıdık değil; o, "biri"dir.
Yıllarını birlikte geçirir emek verirsin ona, karşılığını da görerek; saygı, ilgi, duygu paylaşırsın. Artık senin bir parçan olmuştur o, vazgeçilmezindir; onsuz olamayacağını, varlığını sürdüremeyeceğini düşünürsün. Yaşadığın herşeyde, atacağın her adımda onu düşünür, her türlü planına onu da dahil edersin. Edersin, çünkü o senin hayatında artık iyice belirgin bir yere sahiptir ve onsuz kendini yarım hissedersin...
O artık sen olur, onsuz artık eksiksindir. Uzaksan aklın ondadır, arayıp sesini duymak istersin, açıp resmine bakarsın sık sık... Sürekli onu anmak, ondan konuşmak istersin... Sensiz ne yapmaktadır, bulunduğu yer sıcak, rahat ve sığabileceği kadar geniş midir diye düşünürsün... Kavuşmak ise yüzüne kocaman gülücükler oluşturan bir törendir, sen yine tam hissedersin kendini...
Sonsuza kadar sürmez bu durum, bir gün en büyük kabusun gerçek olur. Kişisel bir seçim, anlamsız bir kavga, yolun bitmesi ya da ölüm girer araya; kaçınılmaz son...
"O", artık yoktur hayatında...
Bir avuç toprak, bir el sallayış, birkaç kelime ya da birkaç satır ile veda etmek zorunda kalırsın; giden nereye gidiyor olursa olsun. "Hoşçakal" dersin basitçe. Daha fazlası dökülmez avucundan, dudaklarından... Basit, sade bir tek kelime: "Hoşçakal"...
Giden bilemez, bir parçasını beraberinde götürdüğü geride kalanın halini. Artık ne bütünlük kalmıştır, ne eski yaşamın. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap farketmeyeceğini anlarsın. Onun yeri doldurulamaz bir hale gelmiştir. Duruma göre ailenin geri kalanına sarılsan, yeni bir sevgili edinsen, yeni bir yoldaş bulsan, yeni bir arkadaşla tanışsan ya da yeni bir hayvan edinsen de farketmez. İçindeki, ona ayrılmış yer tam olarak dolmaz.
Kullanılan o tek basit kelime "hoşçakal" farklı anlamlar yüklenir... Artık hissedilen yalnızlığın adı olmuştur, içeride kalan boşluğun.. Gözlerden dökülen, kontrol edilemeyen yaşlar olur hoşçakal.
Basit bir kelimedir 'hoşçakal', geride kalanın eksik hissetme durumunu ifade eder.
27 Haziran 2010 Pazar
Eski 45'likler
22 Haziran 2010 Salı
Sarı Sıcak

Güneşin rengini verdim sana... Kimine göre altının rengi, kimine göre çiçeklerin. Sıcak bir sarı..
Günebakanların rengi kadar parlak olmasa da onlar kadar güzel bir renk; gülümseyen bir çocuğun yüzündeki ışıltı kadar, kış aylarında eksikliğini hissettiğimiz, yazları ise her yanımızı saran, kuşatan bir sarı. Benim için, teninde parlayan güneşin rengi; gözlerinden yansıyıp binbir damlacığa, binbir lekeye dönüşüp karşında zaten şapşala dönüp, herşeyimle sana odaklandığım için kendi burnumun ucunu bile göremeyen beni iyice sarhoş, iyice kör eden bir renk.
Her anımda seni hissedeyim, elimi attığım her şey sana uzanıyor olsun, yaşamımın her anında sen ol diye kullandığım eşyaları sarı sıcak yapmaya başladım sonra. Çalışma odamın panosu –esin kaynağım olasın-, yemek masamın örtüsü –damağıma değen her lezzet seninle çoğalsın-, çakmağımı -içime kadar giren duman bile senden olsun-, yastığımı –rüyalarımı sarı sıcağa boya diye. Her şey, her yan sarı sıcak lekeler olana kadar durmadım, duramadım.
Dört çizgi ekledim bir lekeye, sen oldun. İki kısık göz, geniş bir gülümseme ve küçük çenen için dört çizgi yetti.
O gülen yüzüne dönüşen lekeyi görmeden duramadığımı farkettim sonra. Etrafımdaki sarı sıcak lekelerin hissettirdiklerinden daha özel oldu o. Sendin o, senin en güzel halindi, en güzel gülüşündü, güneşin en çok yansıdığı halindi, tüm güzelliğindi karşımda olan. Diğer sarı sıcaklardan daha sıcak, daha sen...
Sonra durmaksızın, etrafa koyduğum her sarı sıcak lekeyi sen yapmaya başladım. Her yerde gülen yüzünü görebileyim; içim, dışım, çevrem, civarım hep sen olasın; her yeri, her anı, her şeyi seninle, hem de en güzel senle yaşayayım diye.
Her köşesinde sen olan evimden ayrıldığımda bile sen hep yanımda oldun. Çantama taktığım küçük bir rozette, cebimde gezdirdiğim cam bilyede, sigara paketimin yanında duran çakmağımda hep sen vardın.
Caddelerde yürürken, orada burada sen çıkıyordun karşıma. Şehrin dört yanına koşturan taksilerde sen vardın, belki bir daha aynı mekanı bile paylaşmayacağım şehir insanlarının giysilerinde sen vardın. Parklarda, mağazalarda, kaldırımlarda, vitrinlerde... Her hangi bir köşeyi döndüğümde beklenmedik bir şekilde sen karşıma çıkıyordun. Bu sürpriz karşılaşmalar, genelde ‘suratsız’ olarak nitelenen, yüzümde tıpkı seninki gibi geniş gülücükler doğuruyor, o anı çoşkulu ve sevinçli yaşamamı sağlıyordu.
Bir gün gerçek seni gördüm karşımda... Boyadığım sen değil, sarı bir leke ve dört çizgi ile sen yaptığım şeyler değil; gerçek seni... Kış ayında, koyu griler arasında bile etrafındaki ilahi hale ile sıcak sarıydın; gökyüzünde görünmeyen güneş bile sanki bulutları yarıp bir hüzme göndermişti sana, teninde ışıltılar saçmak, gözlerinde binlerce damlacık oluşturmak için. İki çizgi ile gözlerin, üçüncüsü ile küçük çenen ve dördüncü çizginin oluşturduğu kocaman gülümsemenle sen, herşeyinle karşımdaydın. Dünyanın en güzel manzarasına, en güzel sanat eserine bakıyordum. İçimde milyonlarca kelebek sıcak sarı benekli kanatlarını hareketlendirmeye başlıyor, beni nefessiz bırakan bir fırtına kopuyordu.
Derken, o güzel yüzün bana döndü. İki çizgi gözlerimle birleşti, üçüncü çizgi yerinde duruyordu ancak, o dördüncü çizgi yavaşça tersine döndü. Artık ne gülüyordun, ne gülümsüyordun. Sıcak sarı yine sendin ama sarıdan çok sıcak. Çok sıcak.
İçimdeki milyon kelebek sarı sıcak kor tanelerine dönüşüp bedenimi dağladılar, halenden fışkıran sarı sıcak alevler sivri mızraklara dönüşüp tenime saplandı, altın damlacıklı gözlerinden fışkıran ateş çevremi kuşattı. İçime çektiğim sıcak hava ciğerlerimi kavurdu, kelebekler bedenimi içten ateşe verdi, mızrak yaralarından akan şey kan değil kor oldu. Bunları yapan benim sarı sıcağım değildi, bendeki sen değildin.
Tenim kül kül uçuşmaya, bedenim parça parça dökülmeye başlarken arkamı döndüm sana. Kavrulmuş, kömürleşmeye başlamış bedenimi gücü yettiğince gerçek senin sarı sıcağından kaçırmaya uğraştım. Koşarak, yürüyerek, emekleyerek, sürünerek...
Yanmış, kararmış, kömürleşmiş bedenimi geride parçalarını bıraka bıraka evime ulaştırdım. Eksik bir bedenim vardı artık; oradan birkaç parça, buradan birkaç kemik, şuradan biraz deriyi geride bırakmışım. Senin ateşinde yok olmuş onlar, geriye gelmemecesine. Bedenim artık eksik kalmış.
Ağır hareketlerle, uzun bir uğraşla geriye kalan bedenimi toparlamaya çalışıyorum. Kapanmayan yaralarım için her yerimde sargılar, sargıların altında çeşit çeşit merhemler, damarlarımda her türlü kimyasalı içeren ilaçlar. İçimdeki durulmayan kelebekler hala ateş, hala yüreğimi kavurmaya devam ediyor. Tendeki acıdan çok bu ağlatıyor beni. Ben tekrar ilaçlara uzanıyorum. Açtığım şişeden avucuma dökülen ilaçlara takılıyor gözüm; sarı, yuvarlak küçük haplar.... Sen...
Zaman donuyor o anda, her şey yok oluyor. Sadece avucumdaki onlarca sen ve ben... Kirpikleri, kapakları yanıp kül olmuş kapanmayan gözlerimin önünde yavaş yavaş çizgiler çekiliyor üstlerine; iki kısa çizgi gözler için, üçüncüsü küçük çene. Dördüncüyü bekliyorum, hangi senin karşımda olduğunu anlayabilmek için... Ya aslında hiç benim olmayacak ama benim olan sen olacaksın, bana gülümseyen yüzünü göreceğim onlarda ya da bu bedenin geri kalanını da yok edecek ateşinle sen.
Parmaklarımla tek tek uzanıyorum onlara, birer birer ağzıma atıyorum dördüncüyü beklemeden. Hangi sen olursan ol içimde ol, benim bir parçam ol diye...
Etraf yavaş yavaş kararmaya başlarken dünyamda, perdeyi aşıp duvara vuran arsız bir ışık karşımda duran bir seni aydınlatıveriyor. Sıcak sarı bir sen... En güzel, en ışıltılı halinle gözlerimi alıyorsun.. Benim olan sensin bu...
Karanlık herşeyi sararken, seni bile, yavaş yavaş çizgilerin de kayboluyor karanlıkta... İki çizgi gözlerin, üçüncüsü küçük tatlı çenen. Dördüncü çizgi ile her şey karanlık, her şey siyaha bürünüyor.
25 Mayıs 2010 Salı
Aşk veda etti

Herkesin, hepimizin peşinde koştuğu o meşhur “aşk” var ya, o aslında bir hayal. Küllerinden doğan bir hayal kuşu gibi de değil üstelik; bir kere veda etti mi tekrar canlanmıyor. Yeni doğmuş bebekler gibi aşk, tüm zamanını ona ilgi göstererek geçiriyorsun; ama bir kez büyümeye başlayınca, kendi yoluna gidiyor.
Aşkı yaşamak, olmayan ülkede yaşamak gibi. Her yanın büyülü, her yanın rengarenk, her şey ‘daha’ geliyor; daha güzel, daha eğlenceli, daha tatlı, daha lezzetli. Bunun büyüsüne kapılıp, yüksek dozda uyuşturucu almış gibi yaşıyorsun aşkı. Aslında neler olduğunu, neler yaptırdığını, ne kadar değiştirdiğini farketmeden yaşıyorsun.
Aşk beslenmek istiyor; her zaman, doymaksızın. Önce kişilerden, önce beyinle başlıyor. Kalbin aşkla her atışında, beyninden bir kaç hücre daha kararıyor. Aşk dışında birşey düşünemez, yapamaz, yaşayamaz hale gelene kadar. Ne kadar mantıklı, zeki, düşünceli biri olsan bile aşk, önce bunları değiştiriyor. Yürek konuşurken, beyin susmak zorunda kalıyor. Yaşamının her noktasını aşk, bencilce yönetiyor. Her şey sadece aşk için oluyor. Sen üç yaşında bir çocuğun zeka seviyesinde, ortalıkta sürükenip duruyorsun; tek istediğin aşkınla olmak. Seni nereye, nerelere sürükleyeceğini bilemiyorsun, bunlar asla gitmeyeceğin yerler olsa bile susuyorsun.
Gözleri yok ki aşkın. Aşkını bile göremiyor. Kendince aşkını hayali olarak biçimlendiriyor ve o hayalin peşinden gidiyor. En güzeli, en çekicisi, en harikası, en en en en olanların hepsi oluyor aşkın. Kusurlarını, çirkinliklerini, hatalarını zaten göremiyor, var olduğunu bile kabul edemiyor. Ne bunları görebiliyor ne de kendine, çevreye, ailene yaptırdıklarını. Bitmeyen iştahıyla aşkına ulaşmak için önüne çıkan engel saydığı herşeyi ezip geçtiriyor. Bu sırada senin aldığın hasarları, senin çevrene verdiklerini hiç görmüyor.
Aşk yalancı da üstelik. Aşkınla olmabilmek için söylediğin bariz yalanlar bir tarafa, aşkı içinde tutabilmek için kendine söylediğin yalanlar başka bir tarafa, aşkın sana içten içe fısıldadıklarından bahsediyorum. Seni körleştiren, sağırlaştıran; seni tüm duyularından sıyırıp donuk, ruhsuz bir beden ya da ipli bir kukla haline getiren yalanlardan... Aşk varken de, yokken de senin kendi içinde bitmeyen fısıltılardan... O fısıltılar ki, sana her şeyi yaptırabilen, senin gönüllü olarak her şeyi yapabilmeni sağlayan...
İranlı bir şair demiş ki: “Aşk’a uçarsan kanadın yanar!”. Mevlana cevap vermiş: “Aşka uçamazsan kanat neye yarar!”... Kanatlar senin, istersen özgür özgür süzülür istediğin yere uçarsın. İstersen güneşe doğru. Ama aşk çekici bir şey, mum alevine uçan pervaneler gibisin; aşkın çekiminden kaçınmak, bunu istememek mümkün değil. İsteyerek uçarsın o alevlere... Yanmış kanatlarınla havada kalıverirsin, hızla yere doğru düşerek. Çırpınışların bir faydası olmaz, düşmeye başlarsın. Kaçınılmaz son gelir ve tüm hızınla yere çakılıverirsin. Yanmış kanatlara, kırılmış kemikler ve parçalanmış organlar eklenir.
Ve işte o gün anlarsın ki, aşk veda etti... Kabullenemezsin önce; tekrar kanatlanmak, ona uçmak istersin. Yanmış kanatlar seni kaldırmaya yetmez, yaralarından akan kanlar ayakta durmana bile engel olur. Çaresizce zamanın geçmesini beklersin. Yaralarının iyileşme hızının ne kadar yavaş olduğuna, aşkınla ilgili minicik bir düşüncede ne kadar hızlı şekilde tekrar tekrar kanadıklarına hayret edersin. Aşkı hayatının her yerine yerleştirmiş olduğun için bu yaraların sayısı onlar, yüzler değil binlerce olur.
Tek tek beklersin yaraların kapanmasını; uzun ve acılı bir dönemdir bu. Kimi zaman kalp yine konuşmaya başlar, yaralarına yenilerini ekler, kimi zaman beyin açık olan bir yarayı kapatır. Kimi zaman aşkın kendisi gibi düşünemez, yaşayamaz olduğun günler olur, kimi zaman tüm yaralarını bir günde kapatabileceğini sanırsın. Ama aşk asla bitmez, yaraları kapansa bile o yaraların izleri asla silinmez; bir gün kanatların geri gelse bile o kanatlar asla bir önceki kadar büyük ve güçlü olmaz.
Bir gün, yaşama tekrar dönebileceğin gün gelir. Yaraların artık yaşamına engel değildir; izleri seni değiştirmiştir ama bu değişiklik hiç bir zaman o aşkı unutturacak kadar kökten olmamıştır. Yeni sen yeni bir aşka hazır olduğunu söyler, artık bittiğini ve ona artık çekilmediğini söyler, onu hayatında artık istemediğini söyler.
Ancak başka bir aşık bunun ne olduğunu anlar; ne kadar sahte, ne kadar gerçek dışı olduğunu. Aşık bilir ki o yaralar hiç kapanmaz aslında, eskisi gibi kanamasa da zaman içinde damla damla akıtır yine kanını. Aradan geçen uzun zamanların hiç bir anlamı yoktur; o aşk senin içinde küçük bir kor bırakmıştır, zaman zaman alevlenen. O kor ki, aşkın kendisi kadar olmasa da yine sevgi, yine bağlılık, yine aidiyet barındırır. Bu duyguları yine yaşamak istersin, itiraf edemesen bile.
Bu andan sonra hayatın sürekli bir döngüye girer: O kor alevlenir kimi zaman, belki karşılaştığında, belki haberini aldığında, eski bir anıda, eski bir mekanda. O anda kalp tekrar konuşmaya başlar, beynin istemese de. Yine duygu cümleleri haykırır sana, kimi zaman aşkın kendisi ile özdeş, kimi zaman aşkın tam tersi kelimelerle. Susturmaya çalışırsın olmaz, duymamaya çalışırsın yine olmaz. En iyi durumda sesini kısabilirsin kalbin ama yine geriden geriye kısık sesle fısıldar sana küstahça: “Aşk veda etti, geriye kalan en azından arkadaşlık olsun”.
11 Mayıs 2010 Salı
Vurdu Geçti / "Kimse Bilmez" - Özlem Tekin

Kimse bilmez, ömür boyu dert oldum
Kendimi aramaktan yoruldum
Düşüp yollara, bir derman buldum
Seni gördüm göreli, sana tutuldum
Kimse bilmez, bir ömür sürüklendim
Her sabah yeniden ümitlendim
Bakıp aynaya ne sözler verdim
Seni gördüm göreli aşka dilendim
Boyuna, posuna, havasına yandığım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattığım
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim
Kimse bilmez, bir ömür gelip geçti
Bu tarlada ne ekinler yetişti
Dön bir bak bana, gözlerim gülüyor
Seni gördüm göreli, mevsim değişti
Seni gördüm göreli, dünya değişti
Boyuna posuna, havasına yandığım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattığım
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim