27 Aralık 2010 Pazartesi

Neyleyim....

Canım benim güzel annem,
Bir solukuk izin ver.

Analık hakkınla bağlama beni.

Aşk
dedim,
sevda dedim;
Umut
dedim,
kavga dedim.

Elimde gençliğim vardı;

Onu verdim.....

24 Aralık 2010 Cuma

Çöküntü

Blog camiasında yaygın olduğu üzere; "bu sabah uyandım", "bugün yemek yedim", "bugün bi hatun gördüm offf taş gibiydi" gibi şeyleri yazmayı sevmiyorum/tercih etmiyorum aslında. Hep iç dünyam, düşündüklerim ya da yarattıklarım üzerine yazmak istiyorum ama arada başka şeyler de kaçabiliyor. Bir ara Kostak ile ilgili yazdıklarım şikayet edilmişti ya, onun gibi... Yine o tarz bir yazı olacak...






Kendine bir yol çizmeye çalışırsın, amacın bir yere varmaktır ama o yerin ne olacağını bilemiyor/planlayamıyorsundur. Önemli olan yolda ilerlemek dersin, durmak sana bir şey kazandırmayacaktır bilirsin. 

Birileri geçer gider yanından, bazılarını farketmezsin bile. Kimi kolundan tutup seni durdurmaya çalışır, kimi sırtına binmeye. Nadiren birileri "terlemişsin al bi bardak su iç" der. Bazen eski tanıdıkları görürsün, artık seni tanımak istemeyen. 

Ayağın takılır yoldaki engellere bazen, bazen koca çukurlar olur üzerinden atlamaya çalıştığın (ve beceremediğin). Yüzün koyun kapaklanırsın bazen, ağzına burnuna toprak dolar. Bazen ellerinle korunmaya çalışırsın, avuçların yara olur...

Yine de "kalkmak lazım" dersin ya, demen gerektiğini düşünürsün. Yola devam etmektir önemli olan; kanayan dizlerin, kanayan avuçların, gözündeki toz değil..

İşte öyle bir gün(dü) bugün. Tekrarından kaçınmak gerek, ama önce yola devam etmek... 

Bir ayak diğerinin önüne.... Sonra diğeri....

11 Aralık 2010 Cumartesi

Sezonun ilk karı

11 Aralık 2010 sabahı, saat 08:49 itibarı ile Eryaman'dan bir görüntü, "sezonun ilk karı"...

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bugün Hayat

Aslında, günlerim nasıl geçiyor anlatmak isteği ile başladım yazmaya... Kendi küçük eğlencelerimi... Olmayan düzenimi... Olmayan gelecek planlarımı anlatmak istiyordum... Hayatımda ilk defa bir evin bana büyük geldiğini hissettiğimden, yine eski çalışma tempoma dönüp günde nerede ise 16 saat çalışıp araya da garip bir hayat sıkıştırdığımdan, çok yorgun olduğumdan ve yine kilo verdiğimden başlayacaktım... Net, kısa ve açık bir şekilde; şunu yaptım, şu haltı yedim, başıma bu geldi, şunu gördüm... Sonra yine hayat cümleleri dökülmeye hazırlandı parmaklarımdan...

Konular aynı konulardı, daha önce defalarca yazdığım şeylerin farklı durumlarıydı sadece:

Eskiden yalnızlıktan şikayet edermişim, "gündüzleri kalabalık arasında yalnızken...." diye başlayan cümleler kurarmışım... Aslında yalnızlığı tek kişi ile paylaşıyormuşum, onu hayatımın olmasa da günümün merkezine koyuyormuşum; gece yine yalnızmışım - ona o kadar değer veriyormuşum ama gecemi onunla paylaşamıyormuşum... Ve o geceler hiç kolay geçmiyormuşş... Gün olsun da ona kavuşayım diye düşündüğüm çok oluyormuş. Ama, o da artık hayatımda olmayanlardan biri oluvermiş, bense onu özüyormuşum... Kavuşmayı sağlamam mümkün olmadığı için acıyı yoketmenin yollarını keşfetmeye başlamışım...  Ve, ilk yok olan acı, yalnızlık olmuş...Özlemin acısı varmış sırada, sonra ihanetinki... Sonrasında sıralanan çeçit çeşit, zehir yeşili acılar sırada beklermiş... Kahrolası bir sabır da varmış bende ya, taşı büken, kutsallara layık olan... Biri gitti, kaldı iki diye devam ediyormuşum günlerime, gecelerime... Sabır ile keşfediyomuşum acının zayıf yönlerini, nasılını, ne zamanını... Sabır, doğru anı-koşulu beklemeni sağlıyormuş belki ama bu bekleyişle tükettiğin şey ise yine hayat oluyormuş, ömrün oluyormuş. Bu kadar sabrın içerisinde kendime şaşırıyormuşum.... Neden ve nasıl hala devam edebildiğime... Nasıl en dibi gördüğüm halde hala yüzeye çıkabilmek için çaba gösterdiğime... Bazen çaba gösterecek gücü nereden bulabildiğime, bazen ise nasıl olup da hala dibe çarpmadığıma...


Ama onları dökülemeden başka şeyler doluştu beynime... Başka hisler, duyu organları ile algılanan daha basit şeyler ve o anları anlatmak istedi parmaklarım:

Bugün nasıl olup da babamın mezarını temizlerken parmaklarımın arasından kayan zambak yapraklarını, 77 yaşında bir kadının evine misafir olduğumu, ona sarıldığımda gözlerinden akan yaşları ve kollarımın arasındaki çökmüş/eskimiş vücudundaki kemiklerin batışını, annemi mutlu edebilmek için özel traş olmak üzere gittiğim berberin kolduğunda içim geçtiğinde beni uyandırmak için nazik dokunuşunu, balkondaki papatyanın sarı sıcak çiçeklerinden yansıyan güneş ışığını, az kaldı sabaha kadar arabada unutacağım alışveriş poşetinin içerisindeki birkaç elmanın neredeyse içerisindeki suyu ve tadı hissettiren sert ve soğuk dokunuşunu, doğduğum köydeki baskın kokunun artık pişmiş kil değil, gübre olduğunu farketmemi.... 


Detaylar üzerine küçük kareler..Küçük hisler, küçük hissedişler... Kopuk, karmakarışık, sırası ve düzeni bozuk, nereye gideceği belli olmayan...

Tıpkı.... bana kendini hissettirmeye çalışan hayat gibi, benim kendi hayatım gibi...

15 Ekim 2010 Cuma

Pixar Yaramazlıkları

Sabahın köründe uyandığım başka bir gün daha. Öylesine takılırken Toy Story 3'ün sonuna tekrar bi göz gezdireyim dedim...

Gözüme takılan şey, şu solda arkada duran şey oldu: Totoro...


Totoro, Hayao Miyazaki'nin '80'lerde yaptığı bir çizgi filmdeki ana karakter... Toy Story 3'te ne işi var derken, filmde birkaç yerde göründüğünü farkettim..





Tabii ki, hemen gidip Google Amca'ya sordum ve birkaç yerde Totoro'yu görerek aslında ne kadar kör olduğumu farkettim.

Şu linklere bi bakalım lütfen:
Toy Story 3 Sürpriz Yumurtaları
Wall-E Sürpriz Yumurtaları
Up Sürpriz Yumurtaları

Bu arada da "Monsters, Inc. 2"nin yolda olduğunu öğrendim, pek sevindim... Darısı "The Incredibles 2"ye...

16 Eylül 2010 Perşembe

Atladığım Haltlar

Bir süredir yediğim haltları buraya aktarmadığımı farkettim... Buyrunuz ettiğim haltlar:


e Yayınları


Saklıbağ


Fotojenik33


Artbosphorus

Müzik Alıntısı

şuracıkta oturup,
yanıp tükenişimi izleyeceğim.
hiç dert etmiyorum,
çünkü bunun
canımı yakışını seviyorum.

şuracıkta durup,
kendi ağlayışımı dinleyeceğim.
hiç dert etmiyorum,
çünkü senin
bana yalan söyleyişini seviyorum.

Not: Ben demedim, ben artık bunu demiyorum. Eminem ve Rihanna söylemiş, "Love the way you lie"... Olabildiğince çevireyim dedim.

14 Eylül 2010 Salı

"İyi" Taktiği

Uzun zaman önce keşfettiğim bir taktik vardı... Herhangi bir sohbette muhatap olmak istemediğim biri benimle konuşmya çalışırsa, ne sorarsa sorsun "iyi" derdim...

- Nasılsın?
- İyi.

- İşler nasıl?
- İyi.

- Anne nasıl?
- İyi.

Örnekleri siz çoğaltabilirsiniz. Bu sorulardan birine "kötü" ya da "fena değil" desem; "hayırdır birşey mi var?", "neden kötü?", "yapabileceğim bir şey var mı?", "anlatmak istersen buradayım" gibi cümleler ile muhabbeti uzatma şansını vermiş olacağımı bildiğim için, ben "iyi" ile geçiştirirdim. "İyi"den sonra karşı tarafa söyleyecek bir şey kalmaz, en çok yeni bir soru bulmaya çalışır, o soruya da "iyi" yanıtını alırdı. Kısacık bir sürede sorabilecekleri tükenir, ben de kendi işime bakardım.

Bu taktiğimi 1-2 kişiye de öğretmiştim ya da farketmelerini sağlamıştım. Eminim bazı zamanlarda işlerine yaramıştır.

Sonra ne oldu? Geçtiğimiz günlerde, telefonda bana "iyi taktiği" uygulandı... Bozuldum, kırıldım, üzüldüm ama ne çare. "Demek ki, kendi silahım ile vurulma zamanım da gelmiş" dedim, "bu kadar olmuşuz ha" dedim, hızlı bir veda kelimesi ile telefonu kapattım ve içimdeki boşluğa bir damla daha ekleyerek günüme devam ettim.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

"Dışardakiler" alıntısı

Kitlelerin herhangi bir nedenden ötürü sıkıntıda oldukları dönemlerde, düzenli işlerine daha sonra taze bir güçle sarılmak için zaman zaman başka millete, ırka, dine, renge sahip olan kesimleri, kendi hoşnutsuzluklarını dışa vurabildikleri bir günah keçisi (şamar oğlanı) haline getirmeleri modern uygarlığın bir işlevi sayılır. Günah keçisi olabilme özelliği, ancak zayıf ve tarihte ezilmiş ya da sosyal açıdan geri bıraktırılmış milletlerde bulunur, zayıf oldukları ya da tarihte baskı altında tutuldukları için, ceza çekmeden onlara kolaylıkla yeni baskılar uygulanır. Amerika'da zenciler, Batı Avrupa'da bazı İtalyanlar da bu durumdadır.
Rosa Luxemburg, Toplu Eserler, cilt 4, s.324

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hoşçakal


"Biri" vardır hayatında...

Konuştuğun, dertleştiğin, paylaştığın, yaşadığın ve yaşattığın biri... Yaşamında ona bir yer verir, kimi zaman tüm yaşamını o haline gitirirsin... Hayatını ona göre ayarlar, hayatını ona göre yaşarsın... O, senin için öncelik ve değer sahibidir; kimi zaman onun önceliğini kendininkilerden önde tutarsın, onun bunu istemesine gerek kalmadan. Tüm yaşam alışkanlıklarını ona göre değiştirmeye başlarsın; hayatında ona bir yer oluşturabilmek için, yüreğinde sıcak, rahat bir yer bulabilsin, oraya zorlanmadan sığabilsin, orada rahat etsin diye...

Hüznü de sevinci de onunla yaşarsın; günlük hayatını da, günlük hayatın dertlerini de onunla paylaşırsın, bir dokunuş ya da bir kaç cümle ile... En kötü gününde ona sarılmak, senin bozuk olan moralini yerine getirir, sorunlarınla başedebilmek için güç toplarsın... Onun sorunları, moralsizliği seni de etkiler ve onun iyi hissetmesi için elinden geleni ardına koymazsın...

Kimi zaman aile dersin ona, kimi zaman sevgili, kimi zamansa bir arkadaş olur. Bir yoldaş, bir dosttur bazen. Hatta artık insanlaşmış bir hayvan bile olabilir. Ne olursa olsun, "o" herhangi biri ya da bir tanıdık değil; o, "biri"dir.

Yıllarını birlikte geçirir emek verirsin ona, karşılığını da görerek; saygı, ilgi, duygu paylaşırsın. Artık senin bir parçan olmuştur o, vazgeçilmezindir; onsuz olamayacağını, varlığını sürdüremeyeceğini düşünürsün. Yaşadığın herşeyde, atacağın her adımda onu düşünür, her türlü planına onu da dahil edersin. Edersin, çünkü o senin hayatında artık iyice belirgin bir yere sahiptir ve onsuz kendini yarım hissedersin...

O artık sen olur, onsuz artık eksiksindir. Uzaksan aklın ondadır, arayıp sesini duymak istersin, açıp resmine bakarsın sık sık... Sürekli onu anmak, ondan konuşmak istersin... Sensiz ne yapmaktadır, bulunduğu yer sıcak, rahat ve sığabileceği kadar geniş midir diye düşünürsün... Kavuşmak ise yüzüne kocaman gülücükler oluşturan bir törendir, sen yine tam hissedersin kendini...

Sonsuza kadar sürmez bu durum, bir gün en büyük kabusun gerçek olur. Kişisel bir seçim, anlamsız bir kavga, yolun bitmesi ya da ölüm girer araya; kaçınılmaz son...

"O", artık yoktur hayatında...

Bir avuç toprak, bir el sallayış, birkaç kelime ya da birkaç satır ile veda etmek zorunda kalırsın; giden nereye gidiyor olursa olsun. "Hoşçakal" dersin basitçe. Daha fazlası dökülmez avucundan, dudaklarından... Basit, sade bir tek kelime: "Hoşçakal"...

Giden bilemez, bir parçasını beraberinde götürdüğü geride kalanın halini. Artık ne bütünlük kalmıştır, ne eski yaşamın. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap farketmeyeceğini anlarsın. Onun yeri doldurulamaz bir hale gelmiştir. Duruma göre ailenin geri kalanına sarılsan, yeni bir sevgili edinsen, yeni bir yoldaş bulsan, yeni bir arkadaşla tanışsan ya da yeni bir hayvan edinsen de farketmez. İçindeki, ona ayrılmış yer tam olarak dolmaz.

Kullanılan o tek basit kelime "hoşçakal" farklı anlamlar yüklenir... Artık hissedilen yalnızlığın adı olmuştur, içeride kalan boşluğun.. Gözlerden dökülen, kontrol edilemeyen yaşlar olur hoşçakal.

Basit bir kelimedir 'hoşçakal', geride kalanın eksik hissetme durumunu ifade eder.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Kostak (2007-2010)


 

Az önce iki buçuk yıldır hayatımı paylaştığım, benim için dört ayaklı bir ev hayvanından çok daha fazla şey ifade eden oğlumu gömdüm...

Bir hafta önce evden kaçmıştı; her seste balkona fırlar, her an dönecek diye beklerken, bina görevlisinin uyarısı ile bir duvar köşesinde, bir araba altında ezildiği belli olan vücuduna ulaştım.. Gömdüm ya, o ilk kürek toprağı atmak o kadar zor geldi ki...

Şu an bok bok bok bok gibiyim...

27 Haziran 2010 Pazar

Eski 45'likler

Bu gramafon resmini, "Hayatı, her notasını ezbere bildiğin eski şarkılar gibi yaşamaya başladığında.... " diye başlayan bir yazı fikrim için saklıyordum...

Az önce fikrimi değiştirdim ve reklam amaçlı kullanmaya karar verdim.

Her pazar akşamı, saat 22'de http://www.raidocatchy.com/ adresinden "Sinatra'nın Eskici Dükkanı"nı dinlemeye davet ediyorum sizi...

Şöyle bir slogan mı yazsam: "Hayatı eski 45'likler tadında yaşamak için"...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Oto Sanayii ve Yaşlanmak Üzerine

Nereden nereye diyebilirsiniz ama bir dizi çağrışım sonucu, oto sanayiindeki eski bir araba ve düşündürdükleri...



















Yaşlanmayacağım değil, büyümeyeceğim derdim.. Daha doğrusu "bana ne, bana ne, büyümiyciiim işte" derdim ya, artık doğa kanunlarını hissetmeye başlayınca o kadar da inatçı olmamın bir şey değiştirmediğini de gördüm... Orası burası tekliyor insanın, orada ağrı, burada sızı, şuna dikkat et, bundan sakın, şu ilacı aksatma... Fikirlerin ne kadar genç kalsa da, vücuda hükmetmeye yetmiyor işte... Her gün bir beyaz daha, her gün başka bir yerinden şikayetçiyken bir de bakıyorsun zaman gelip geçivermiş.. Eskiden genç diye seslenilen sen, amca hatta dede diye seslenilir olmuşsun... İşte o zaman, istemeden de olsa yaşlandığını anlıyorsun.. İçinde hala büyümiycem diye inat eden biri olsa bile....

22 Haziran 2010 Salı

Sarı Sıcak




Güneşin rengini verdim sana... Kimine göre altının rengi, kimine göre çiçeklerin. Sıcak bir sarı..

Günebakanların rengi kadar parlak olmasa da onlar kadar güzel bir renk; gülümseyen bir çocuğun yüzündeki ışıltı kadar, kış aylarında eksikliğini hissettiğimiz, yazları ise her yanımızı saran, kuşatan bir sarı. Benim için, teninde parlayan güneşin rengi; gözlerinden yansıyıp binbir damlacığa, binbir lekeye dönüşüp karşında zaten şapşala dönüp, herşeyimle sana odaklandığım için kendi burnumun ucunu bile göremeyen beni iyice sarhoş, iyice kör eden bir renk.

Her anımda seni hissedeyim, elimi attığım her şey sana uzanıyor olsun, yaşamımın her anında sen ol diye kullandığım eşyaları sarı sıcak yapmaya başladım sonra. Çalışma odamın panosu –esin kaynağım olasın-, yemek masamın örtüsü –damağıma değen her lezzet seninle çoğalsın-, çakmağımı -içime kadar giren duman bile senden olsun-, yastığımı –rüyalarımı sarı sıcağa boya diye. Her şey, her yan sarı sıcak lekeler olana kadar durmadım, duramadım.

Dört çizgi ekledim bir lekeye, sen oldun. İki kısık göz, geniş bir gülümseme ve küçük çenen için dört çizgi yetti.
O gülen yüzüne dönüşen lekeyi görmeden duramadığımı farkettim sonra. Etrafımdaki sarı sıcak lekelerin hissettirdiklerinden daha özel oldu o. Sendin o, senin en güzel halindi, en güzel gülüşündü, güneşin en çok yansıdığı halindi, tüm güzelliğindi karşımda olan. Diğer sarı sıcaklardan daha sıcak, daha sen...

Sonra durmaksızın, etrafa koyduğum her sarı sıcak lekeyi sen yapmaya başladım. Her yerde gülen yüzünü görebileyim; içim, dışım, çevrem, civarım hep sen olasın; her yeri, her anı, her şeyi seninle, hem de en güzel senle yaşayayım diye.

Her köşesinde sen olan evimden ayrıldığımda bile sen hep yanımda oldun. Çantama taktığım küçük bir rozette, cebimde gezdirdiğim cam bilyede, sigara paketimin yanında duran çakmağımda hep sen vardın.

Caddelerde yürürken, orada burada sen çıkıyordun karşıma. Şehrin dört yanına koşturan taksilerde sen vardın, belki bir daha aynı mekanı bile paylaşmayacağım şehir insanlarının giysilerinde sen vardın. Parklarda, mağazalarda, kaldırımlarda, vitrinlerde... Her hangi bir köşeyi döndüğümde beklenmedik bir şekilde sen karşıma çıkıyordun. Bu sürpriz karşılaşmalar, genelde ‘suratsız’ olarak nitelenen, yüzümde tıpkı seninki gibi geniş gülücükler doğuruyor, o anı çoşkulu ve sevinçli yaşamamı sağlıyordu.

Bir gün gerçek seni gördüm karşımda... Boyadığım sen değil, sarı bir leke ve dört çizgi ile sen yaptığım şeyler değil; gerçek seni... Kış ayında, koyu griler arasında bile etrafındaki ilahi hale ile sıcak sarıydın; gökyüzünde görünmeyen güneş bile sanki bulutları yarıp bir hüzme göndermişti sana, teninde ışıltılar saçmak, gözlerinde binlerce damlacık oluşturmak için. İki çizgi ile gözlerin, üçüncüsü ile küçük çenen ve dördüncü çizginin oluşturduğu kocaman gülümsemenle sen, herşeyinle karşımdaydın. Dünyanın en güzel manzarasına, en güzel sanat eserine bakıyordum. İçimde milyonlarca kelebek sıcak sarı benekli kanatlarını hareketlendirmeye başlıyor, beni nefessiz bırakan bir fırtına kopuyordu.

Derken, o güzel yüzün bana döndü. İki çizgi gözlerimle birleşti, üçüncü çizgi yerinde duruyordu ancak, o dördüncü çizgi yavaşça tersine döndü. Artık ne gülüyordun, ne gülümsüyordun. Sıcak sarı yine sendin ama sarıdan çok sıcak. Çok sıcak.

İçimdeki milyon kelebek sarı sıcak kor tanelerine dönüşüp bedenimi dağladılar, halenden fışkıran sarı sıcak alevler sivri mızraklara dönüşüp tenime saplandı, altın damlacıklı gözlerinden fışkıran ateş çevremi kuşattı. İçime çektiğim sıcak hava ciğerlerimi kavurdu, kelebekler bedenimi içten ateşe verdi, mızrak yaralarından akan şey kan değil kor oldu. Bunları yapan benim sarı sıcağım değildi, bendeki sen değildin.

Tenim kül kül uçuşmaya, bedenim parça parça dökülmeye başlarken arkamı döndüm sana. Kavrulmuş, kömürleşmeye başlamış bedenimi gücü yettiğince gerçek senin sarı sıcağından kaçırmaya uğraştım. Koşarak, yürüyerek, emekleyerek, sürünerek...

Yanmış, kararmış, kömürleşmiş bedenimi geride parçalarını bıraka bıraka evime ulaştırdım. Eksik bir bedenim vardı artık; oradan birkaç parça, buradan birkaç kemik, şuradan biraz deriyi geride bırakmışım. Senin ateşinde yok olmuş onlar, geriye gelmemecesine. Bedenim artık eksik kalmış.

Ağır hareketlerle, uzun bir uğraşla geriye kalan bedenimi toparlamaya çalışıyorum. Kapanmayan yaralarım için her yerimde sargılar, sargıların altında çeşit çeşit merhemler, damarlarımda her türlü kimyasalı içeren ilaçlar. İçimdeki durulmayan kelebekler hala ateş, hala yüreğimi kavurmaya devam ediyor. Tendeki acıdan çok bu ağlatıyor beni. Ben tekrar ilaçlara uzanıyorum. Açtığım şişeden avucuma dökülen ilaçlara takılıyor gözüm; sarı, yuvarlak küçük haplar.... Sen...

Zaman donuyor o anda, her şey yok oluyor. Sadece avucumdaki onlarca sen ve ben... Kirpikleri, kapakları yanıp kül olmuş kapanmayan gözlerimin önünde yavaş yavaş çizgiler çekiliyor üstlerine; iki kısa çizgi gözler için, üçüncüsü küçük çene. Dördüncüyü bekliyorum, hangi senin karşımda olduğunu anlayabilmek için... Ya aslında hiç benim olmayacak ama benim olan sen olacaksın, bana gülümseyen yüzünü göreceğim onlarda ya da bu bedenin geri kalanını da yok edecek ateşinle sen.

Parmaklarımla tek tek uzanıyorum onlara, birer birer ağzıma atıyorum dördüncüyü beklemeden. Hangi sen olursan ol içimde ol, benim bir parçam ol diye...
Etraf yavaş yavaş kararmaya başlarken dünyamda, perdeyi aşıp duvara vuran arsız bir ışık karşımda duran bir seni aydınlatıveriyor. Sıcak sarı bir sen... En güzel, en ışıltılı halinle gözlerimi alıyorsun.. Benim olan sensin bu...

Karanlık herşeyi sararken, seni bile, yavaş yavaş çizgilerin de kayboluyor karanlıkta... İki çizgi gözlerin, üçüncüsü küçük tatlı çenen. Dördüncü çizgi ile her şey karanlık, her şey siyaha bürünüyor.

14 Haziran 2010 Pazartesi

MSN, işler ve dualar

MSN'de bir akşam iki Mali arasında geçen bir sohbet... Kırmızı olan bendeniz Memdali, lacivert olan ise meslekdaşım (bkz: webmaster duası), ful adaşım Memideli (kendileri aynı zamanda imam olurlar)...



mehmet ali:
şu an için haftalık 500e göbek atarım len

Mehmet Ali:
az kaldı süper olcak


mehmet ali:
dua et, benimkini kabul etmez nasılsa

Mehmet Ali:
ammada yaptın ha
peygamberimiz s.a.v e sormuşlar
ya rasulallah hangi dua kabül edilir
s.a.v de demişki
günahsız ağızdan edilen dua
sahabelerimizde demişki kimki o kişi böyle günahsız yoktur demişler
s.a.v de demişki
burasını biliyomusun
?


mehmet ali:
başka şeyler düşünüp kendimce felsefe yapıyom, sen devam et

Mehmet Ali:
ok
biriniz bir diğeri için dua ederse
o günahsız ağızdan edilen duadır demiş
anlayacağın
sen bana bende sana dua edeyim
olmazmı


mehmet ali:
haha

Mehmet Ali:
?

mehmet ali:
"bak beni biliyon, kendimden bile iyi biliyosun, sözlerini duymuyor gibi yapıyorum ama ikimiz de biliyoruz ki iyi biri olmaya çalışıyorum. eğer sende öyle düşünüyorsan lütfen...... olsun" diye dua ederim ben

Mehmet Ali:
bende
hatta şimdi
3 defa dedim


mehmet ali:
ha bir de "söylediklerini yapmıyorum" kısmı da var

Mehmet Ali:
ama bi dakka 2mizde mehmet ali yiz ya


mehmet ali:
canım o biliyodur herhalde farklı maliler olduğumuzu, hat karışacak değil ya

Mehmet Ali:
o derken allah desek
neyse rabbim bilir
senin evlenmen için
benimde
çocuklarıma bakmak için
ihtiyacımız var
?
maliiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii
uçtunmu yoksa

mehmet ali:
yok
bloga almaya çalışıyom bunları

25 Mayıs 2010 Salı

Aşk veda etti




Herkesin, hepimizin peşinde koştuğu o meşhur “aşk” var ya, o aslında bir hayal. Küllerinden doğan bir hayal kuşu gibi de değil üstelik; bir kere veda etti mi tekrar canlanmıyor. Yeni doğmuş bebekler gibi aşk, tüm zamanını ona ilgi göstererek geçiriyorsun; ama bir kez büyümeye başlayınca, kendi yoluna gidiyor.

Aşkı yaşamak, olmayan ülkede yaşamak gibi. Her yanın büyülü, her yanın rengarenk, her şey ‘daha’ geliyor; daha güzel, daha eğlenceli, daha tatlı, daha lezzetli. Bunun büyüsüne kapılıp, yüksek dozda uyuşturucu almış gibi yaşıyorsun aşkı. Aslında neler olduğunu, neler yaptırdığını, ne kadar değiştirdiğini farketmeden yaşıyorsun.

Aşk beslenmek istiyor; her zaman, doymaksızın. Önce kişilerden, önce beyinle başlıyor. Kalbin aşkla her atışında, beyninden bir kaç hücre daha kararıyor. Aşk dışında birşey düşünemez, yapamaz, yaşayamaz hale gelene kadar. Ne kadar mantıklı, zeki, düşünceli biri olsan bile aşk, önce bunları değiştiriyor. Yürek konuşurken, beyin susmak zorunda kalıyor. Yaşamının her noktasını aşk, bencilce yönetiyor. Her şey sadece aşk için oluyor. Sen üç yaşında bir çocuğun zeka seviyesinde, ortalıkta sürükenip duruyorsun; tek istediğin aşkınla olmak. Seni nereye, nerelere sürükleyeceğini bilemiyorsun, bunlar asla gitmeyeceğin yerler olsa bile susuyorsun.

Gözleri yok ki aşkın. Aşkını bile göremiyor. Kendince aşkını hayali olarak biçimlendiriyor ve o hayalin peşinden gidiyor. En güzeli, en çekicisi, en harikası, en en en en olanların hepsi oluyor aşkın. Kusurlarını, çirkinliklerini, hatalarını zaten göremiyor, var olduğunu bile kabul edemiyor. Ne bunları görebiliyor ne de kendine, çevreye, ailene yaptırdıklarını. Bitmeyen iştahıyla aşkına ulaşmak için önüne çıkan engel saydığı herşeyi ezip geçtiriyor. Bu sırada senin aldığın hasarları, senin çevrene verdiklerini hiç görmüyor.

Aşk yalancı da üstelik. Aşkınla olmabilmek için söylediğin bariz yalanlar bir tarafa, aşkı içinde tutabilmek için kendine söylediğin yalanlar başka bir tarafa, aşkın sana içten içe fısıldadıklarından bahsediyorum. Seni körleştiren, sağırlaştıran; seni tüm duyularından sıyırıp donuk, ruhsuz bir beden ya da ipli bir kukla haline getiren yalanlardan... Aşk varken de, yokken de senin kendi içinde bitmeyen fısıltılardan... O fısıltılar ki, sana her şeyi yaptırabilen, senin gönüllü olarak her şeyi yapabilmeni sağlayan...

İranlı bir şair demiş ki: “Aşk’a uçarsan kanadın yanar!”. Mevlana cevap vermiş: “Aşka uçamazsan kanat neye yarar!”... Kanatlar senin, istersen özgür özgür süzülür istediğin yere uçarsın. İstersen güneşe doğru. Ama aşk çekici bir şey, mum alevine uçan pervaneler gibisin; aşkın çekiminden kaçınmak, bunu istememek mümkün değil. İsteyerek uçarsın o alevlere... Yanmış kanatlarınla havada kalıverirsin, hızla yere doğru düşerek. Çırpınışların bir faydası olmaz, düşmeye başlarsın. Kaçınılmaz son gelir ve tüm hızınla yere çakılıverirsin. Yanmış kanatlara, kırılmış kemikler ve parçalanmış organlar eklenir.

Ve işte o gün anlarsın ki, aşk veda etti... Kabullenemezsin önce; tekrar kanatlanmak, ona uçmak istersin. Yanmış kanatlar seni kaldırmaya yetmez, yaralarından akan kanlar ayakta durmana bile engel olur. Çaresizce zamanın geçmesini beklersin. Yaralarının iyileşme hızının ne kadar yavaş olduğuna, aşkınla ilgili minicik bir düşüncede ne kadar hızlı şekilde tekrar tekrar kanadıklarına hayret edersin. Aşkı hayatının her yerine yerleştirmiş olduğun için bu yaraların sayısı onlar, yüzler değil binlerce olur.

Tek tek beklersin yaraların kapanmasını; uzun ve acılı bir dönemdir bu. Kimi zaman kalp yine konuşmaya başlar, yaralarına yenilerini ekler, kimi zaman beyin açık olan bir yarayı kapatır. Kimi zaman aşkın kendisi gibi düşünemez, yaşayamaz olduğun günler olur, kimi zaman tüm yaralarını bir günde kapatabileceğini sanırsın. Ama aşk asla bitmez, yaraları kapansa bile o yaraların izleri asla silinmez; bir gün kanatların geri gelse bile o kanatlar asla bir önceki kadar büyük ve güçlü olmaz.

Bir gün, yaşama tekrar dönebileceğin gün gelir. Yaraların artık yaşamına engel değildir; izleri seni değiştirmiştir ama bu değişiklik hiç bir zaman o aşkı unutturacak kadar kökten olmamıştır. Yeni sen yeni bir aşka hazır olduğunu söyler, artık bittiğini ve ona artık çekilmediğini söyler, onu hayatında artık istemediğini söyler.

Ancak başka bir aşık bunun ne olduğunu anlar; ne kadar sahte, ne kadar gerçek dışı olduğunu. Aşık bilir ki o yaralar hiç kapanmaz aslında, eskisi gibi kanamasa da zaman içinde damla damla akıtır yine kanını. Aradan geçen uzun zamanların hiç bir anlamı yoktur; o aşk senin içinde küçük bir kor bırakmıştır, zaman zaman alevlenen. O kor ki, aşkın kendisi kadar olmasa da yine sevgi, yine bağlılık, yine aidiyet barındırır. Bu duyguları yine yaşamak istersin, itiraf edemesen bile.

Bu andan sonra hayatın sürekli bir döngüye girer: O kor alevlenir kimi zaman, belki karşılaştığında, belki haberini aldığında, eski bir anıda, eski bir mekanda. O anda kalp tekrar konuşmaya başlar, beynin istemese de. Yine duygu cümleleri haykırır sana, kimi zaman aşkın kendisi ile özdeş, kimi zaman aşkın tam tersi kelimelerle. Susturmaya çalışırsın olmaz, duymamaya çalışırsın yine olmaz. En iyi durumda sesini kısabilirsin kalbin ama yine geriden geriye kısık sesle fısıldar sana küstahça: “Aşk veda etti, geriye kalan en azından arkadaşlık olsun”.

11 Mayıs 2010 Salı

Vurdu Geçti / "Kimse Bilmez" - Özlem Tekin



Kimse bilmez, ömür boyu dert oldum
Kendimi aramaktan yoruldum
Düşüp yollara, bir derman buldum
Seni gördüm göreli, sana tutuldum

Kimse bilmez, bir ömür sürüklendim
Her sabah yeniden ümitlendim
Bakıp aynaya ne sözler verdim
Seni gördüm göreli aşka dilendim

Boyuna, posuna, havasına yandığım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattığım
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim

Kimse bilmez, bir ömür gelip geçti
Bu tarlada ne ekinler yetişti
Dön bir bak bana, gözlerim gülüyor
Seni gördüm göreli, mevsim değişti
Seni gördüm göreli, dünya değişti

Boyuna posuna, havasına yandığım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattığım
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim
Gönlünü, gözünü, sözünü, canını sevdiğim

Uçurtma

Bana babam mı öğretmişti, yoksa abim mi, yoksa başka bir mi hatırlayamıyorum ama çocukken başarılı uçurtmalar yapardım...

Son uçurtma yaptığımdan beri belki 30 yıl geçti... Aşağıda görüleceği üzere, başarımdan pek bir şey kaybetmemişim...

Rüzgarlı Eryaman tepelerine selam olsun...




Not: Takım oyunlarını sevmem ama uçurtma sarı-lacivert... İlgililere duyurulur...

9 Mayıs 2010 Pazar

Balkonda FarmVille

Herkes Facebok'ta Farmville oynarken, ben biraz daha farklı bir bahçe olayına girdim...


Epeydir aklımdaydı da, gaza ihtiyacım vardı... Bir dost sayesinde o gaz da geldi ve sonuçlar:

14.04.2010


20.04.2010


09.05.2010




Bu gördükleriniz tere, maydonoz, marul, dereotu, biber, havuç, kişniş, dolma biber, kıvırcık, semizotu ve salatalık.. Ayrı iki saksıda fesleğen ve kekik de var.. Yakında çilek ve limon da olacak...


Birkaç haftaya balkonumdan topladığım taze sebzelerimle yemek/salata yapabileceğimi umuyorum..


Ya da dedikleri gibi mahalle pazarında bir standım bile olabilir...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Etli Ördek Suyu - 42



Yaklaşık bir saat önce "doğum günü"m sona erdi... 42. yılımı tamamlamış oldum, teorik olarak sanırım 43. yılımın ilk günü de bitti böylece...

Güya benim için özel günlerdi doğum günleri, yılda yanlız olmayacağımdan emin olduğum iki günden biri... Ama telefonu daha sık kullanmak dışında sıradan günlerden farklı olmadı... Pastayı bırakın tatlı bile yoktu, sabah yediğim çitolatalı bar haricinde...

Aramasını beklediklerim aramadı, hayalkırıklığına uğradım; hayalperest olduğum için belki de...

Konuştuklarımdan bir kısmı hatırlamadı bile; onlar için yeterince önemli olmadığım için belki de...

Beni şaşırtanlar oldu, beklemediğim kişilerden; belki de yanlış kişilere değer veriyorum dedim...

"Her bi şeyin sorgusunu bu kadar yapmam gerekli miydi, ben niye böyleyim ki?" diyerek kendimi çıkmaza sokarak bitirdim günü...

Darısı gelecek yılın başına, yine aynı şeyler olacak ya, umarım gelecek sefer ben doğum günümle ilgili şeyler yazarken yanımda birileri olur.



Not: "Etli ördek suyu", bilinen "Happy Birthday To You" şarkısının bilinmeyen bir kaynakça türkçeleştirilmiş hali.. Fonetik olarak çok uygun, ve (bence) çok da komik...

13 Nisan 2010 Salı

Ara vermeden, yeni eğlence 3, 4, 5 ve 6

Arada yazmadığım için, şimdi toplu gösterim yapayım dedim...


Yapıştırıldı, çerçevelendi, hediye olarak birilerine gidecek...

22 Mart 2010 Pazartesi

"beauty is in the eye of the beholder"

mehmet ali:
beauty is in the eye of the beholder
bu laf sana bir şey ifade etti mi
kedi:
etti tabiki
mehmet ali:
ingilizce durumunu bilmediğim için bööle bi salaklık yaptım işte
pek sevdiğim bi laftır
çevirince anlamından çok şey kaybediyor

kedi:
çok bilmiyoruz az biliyorum ama anladım.
mehmet ali:
"güzellik ona bakanın gözlerindedir" diye çevirilir
ama demek istenen şey
şunlar:
- var olan bir şeydeki güzel yönü görebilmek
- aslında güzel sayılamyan bir şeyi güzel diye adlandırmak ve güzel bulmak
- kendi içindeki güzelliği baktığı şeye yansıtabilmek

kedi:
özetle
güzellik güzel yönü kesfetmek.
hisetmek
ve benimsemek
.....
diye gider.

mehmet ali:
bunları yapabilecek kadar içinde güzellik olması
kedi:
bende nerdee
youtube açılıyormu

mehmet ali:
evet
kedi:
http://www.youtube.com/watch?v=3BXKquiOnfs
zamanın varsa izle
bakalım beğenecekmisin.
mehmet ali:
kedi333 sen misin?
kedi:
ewet
mehmet ali:
resimler nereden?
kedi:
mersin
mehmet ali:
sen mi çektin?
kedi:
ewet
mehmet ali:
hayvansın
kedi:
miyawwwwww evet aksinimi iddiaa ediyom
mehmet ali:
bir de "bende nerdeee" diyorsun
kedi:
http://www.youtube.com/watch?v=O2BAOrVTHZA
şunuda izlermisin
mehmet ali:
öküz gözü varmış sende yaa
kedi:
ama müziğinide lütfen
mehmet ali:
dur bi dakka bunları bloguma alayım ondan sonra
kedi:
piki

17 Mart 2010 Çarşamba

2010'daki ilk puzzle


Uzun bir aradan sonra başladığım ilk puzzle... Yavaş gidiyor ya, bakalım ne zamana biter...

4 Mart 2010 Perşembe

My Own Bliss


Birkaç gündür kendimi rahat hissediyorum... Ne depresyonun getirdiği gerginlik, ne de yalnızlığın verdiği acı kaldı... Garip bir huzur hissediyorum..

Nasıl mı oldu bu?

Sürekli şikayet ettiğim şeylerin hayatımda 'normal' şeyler olduğu kafama dank ettiği ve bunları değiştiremeyeceğimi kabul ettiğim an, bu garip huzura erdim... Artık ne şikayet kaldı, ne acı...

Kolay olmadı, istemli de gerçekleşmedi.. Patlayacağım ana kadar geldim ve patladım, darmadağın oldum... Sonrası, huzur...

Tavsiye eder miyim? Hayır.. Patlayana kadar geçen süreç hiç de kolay ve rahat değil, kimsenin yaşamasını / tekrar yaşamayı istemem... Alternatifim olmuş olsaydı, yaşamamayı tercih ederdim...

Aklıma bir söz geldi, kimin söylediğini hatırlamıyorum:
"Kaybedecek hiç bir şeyi kalmayan biri, dünyanın en özgür insanıdır"...

Sanırım bir açıdan, ben de artık özgürüm...


Not: Yukarıdaki manzara Ankara, Eryaman, Göksu Park civarından... Görünce Windows XP duvarkağıdı "bliss" geldi aklıma... Yazının içeriğine uyduğunu düşünüp sizle paylaşayım dedim..

Balkonumdan Manzaralar


Yaklaşık 5 aydır yaşadığım evin balkonundan (üstteki fotoğrafdaki penceresi açık ve ışık yanan yerden) gördüklerimi paylaşayım dedim.




Gün doğumu (sıkça gördüğüm bir manzara)

Gün batımı (kötü bir panorama)
Sis (sonunda kış geldi... mi?)

Yılın ilk karı (gecikmiş bir manzara)


Bembeyaz (yılın ikinci ve son karı?)

Gökkuşağı (günün sürprizi, bahar müjdecisi)

18 Şubat 2010 Perşembe

Hoşgeldin Furkan!






İsim ve soyisim adaşım, burada ara sıra "memideli" olarak gördüğünüz sevgili dostum üçüncü kez baba oldu.
Karşınızda, Furkan Naim Şahin..

20 Ocak 2010 Çarşamba

Reklam aldım :) - 2

Bunları göndermeyi unutmuşum :)


http://www.abt-orgconsulting.com/


http://www.ciftcilertas.com.tr/


Ek: Acaba yeni bi etiket mi oluştursam :) Ki, oluşturdum.
Ek 2: Son mesajlardaki siyah-beyaz hakimiyetinden kurtulmuş olduk.

14 Ocak 2010 Perşembe

Haber



Daha önce buraya yazmadığım bir haberim var...

Bir süredir üzerinde çalıştığım (hatta aylarca geciktirdiğim) bir kitap projesi vardı. Sonunda "tamam işte bu" diyebildiğim bir noktaya geldi ve ben yazdıklarımı yayıncıma gönderdim.

Şu an süreç nasıl işleyecek, ne zaman elimde tutabileceğim, isteyen nasıl erişecek bilmiyorum. Bekleyip birlikte göreceğiz. Aslında görülecek çok bir şey de yok; küçük ve ince bir kitap olacak. Yine de benim için büyük bir başlangıç sayılabilir.

"Gün boyunca kalabalık içerisinde kendini sosyal sanıp da, gece çöküp evine döndüğünde kendisi ile başbaşa kalan birinin düşüncelerini içeren denemelerden oluşan bir kitap" diye tanımlayabilirim.

Cinsiyetsiz bir kitap, yazılanlar her iki cinsiyete de uygun. Çeşitli konularda yazılmış diyemeyeceğim. Biraz aşk var içerisinde, biraz depresyon ve bol miktarda yalnızlık. Bir de yarı gerçek, yarı hayal bir hikaye...

Umarım iyi olur... Gelişmeleri buraya yazarım.

Ek: Bu yazıya koyduğum resim ne alaka diye düşünebilirsiniz. Bir yerlerden bulduğum, hoşuma gidip kaydettiğim bir resim işte... Çok bir anlam aramayın...

1 Ocak 2010 Cuma

2010 geldi



Evet, sonunda 2010'da geldi.

Son iki yılbaşı gibi geçmesin istiyordum ama son iki yılbaşının karması olarak geçti (önceki yıl tek başımaydım - kedim bile yoktu, geçen yıl ise 22-03 arası uyuyarak geçmişti). Yani bu yıl da yeni yıla uyuyarak girdim (22:30-00:04) ve yine tek başımaydım; bu kez kedim vardı ama benimle ilgilenmedi. Arada mesajlar gelmiş ama mesaj sesini kıstığım için uyanmamışım, arayan da olmamış.

Uyandıktan sonra mesajlarımı çektim, benim almaktan nefret ettiğim standart ve soğuk bir şablonla. Eğlenceli birşeyler yazamadım, kendi keyfim yok. Umutlar, beklentilerle ilgili güzel sözler yazamadım, benim yeni yıldan bir umudum, bir beklentim yok. Kısaca "nicelerine..." yazacaktım, onu da beğenmedim. Sonuçta buz gibi bir mesaj onlarca kişiye aynı anda gitti, ne yapalım bu yıl da böyle olsun.

Keyifsizlik had safhada. Bir süredir böyleydi, bugün de bir değişiklik olmadı zaten. Aslında yılbaşı konspetini çok severim; kırmızı, yeşil, ışıklar, süsler.. Birkaç yıl önce aldığım ve bu yıl salonun köşesine kurmayı planladığım ağacı bile kutusundan çıkartmamış, yılbaşı yemeklerini bırakın yemek bile hazırlamamıştım zaten. Yeni yılın ilk saatlerinde bunları yazıyorum ve belli olduğu üzere ne bir yenilik yaşıyorum, ne bir iyilik hissediyorum. Heyecan yok, tutku yok, mutluluk yok.

Umut yok...


"Keşke"ler, "neden"ler, özlemler... Çok ama çok fazla...

Yeni yılda bunların birazcık olsun düzeleceğine dair bir inanç.....

Hiç yok.


Dileyeyim ki, sizin yılbaşınız da, yeni yılınız da benimkinden iyi geçer.