22 Haziran 2010 Salı

Sarı Sıcak




Güneşin rengini verdim sana... Kimine göre altının rengi, kimine göre çiçeklerin. Sıcak bir sarı..

Günebakanların rengi kadar parlak olmasa da onlar kadar güzel bir renk; gülümseyen bir çocuğun yüzündeki ışıltı kadar, kış aylarında eksikliğini hissettiğimiz, yazları ise her yanımızı saran, kuşatan bir sarı. Benim için, teninde parlayan güneşin rengi; gözlerinden yansıyıp binbir damlacığa, binbir lekeye dönüşüp karşında zaten şapşala dönüp, herşeyimle sana odaklandığım için kendi burnumun ucunu bile göremeyen beni iyice sarhoş, iyice kör eden bir renk.

Her anımda seni hissedeyim, elimi attığım her şey sana uzanıyor olsun, yaşamımın her anında sen ol diye kullandığım eşyaları sarı sıcak yapmaya başladım sonra. Çalışma odamın panosu –esin kaynağım olasın-, yemek masamın örtüsü –damağıma değen her lezzet seninle çoğalsın-, çakmağımı -içime kadar giren duman bile senden olsun-, yastığımı –rüyalarımı sarı sıcağa boya diye. Her şey, her yan sarı sıcak lekeler olana kadar durmadım, duramadım.

Dört çizgi ekledim bir lekeye, sen oldun. İki kısık göz, geniş bir gülümseme ve küçük çenen için dört çizgi yetti.
O gülen yüzüne dönüşen lekeyi görmeden duramadığımı farkettim sonra. Etrafımdaki sarı sıcak lekelerin hissettirdiklerinden daha özel oldu o. Sendin o, senin en güzel halindi, en güzel gülüşündü, güneşin en çok yansıdığı halindi, tüm güzelliğindi karşımda olan. Diğer sarı sıcaklardan daha sıcak, daha sen...

Sonra durmaksızın, etrafa koyduğum her sarı sıcak lekeyi sen yapmaya başladım. Her yerde gülen yüzünü görebileyim; içim, dışım, çevrem, civarım hep sen olasın; her yeri, her anı, her şeyi seninle, hem de en güzel senle yaşayayım diye.

Her köşesinde sen olan evimden ayrıldığımda bile sen hep yanımda oldun. Çantama taktığım küçük bir rozette, cebimde gezdirdiğim cam bilyede, sigara paketimin yanında duran çakmağımda hep sen vardın.

Caddelerde yürürken, orada burada sen çıkıyordun karşıma. Şehrin dört yanına koşturan taksilerde sen vardın, belki bir daha aynı mekanı bile paylaşmayacağım şehir insanlarının giysilerinde sen vardın. Parklarda, mağazalarda, kaldırımlarda, vitrinlerde... Her hangi bir köşeyi döndüğümde beklenmedik bir şekilde sen karşıma çıkıyordun. Bu sürpriz karşılaşmalar, genelde ‘suratsız’ olarak nitelenen, yüzümde tıpkı seninki gibi geniş gülücükler doğuruyor, o anı çoşkulu ve sevinçli yaşamamı sağlıyordu.

Bir gün gerçek seni gördüm karşımda... Boyadığım sen değil, sarı bir leke ve dört çizgi ile sen yaptığım şeyler değil; gerçek seni... Kış ayında, koyu griler arasında bile etrafındaki ilahi hale ile sıcak sarıydın; gökyüzünde görünmeyen güneş bile sanki bulutları yarıp bir hüzme göndermişti sana, teninde ışıltılar saçmak, gözlerinde binlerce damlacık oluşturmak için. İki çizgi ile gözlerin, üçüncüsü ile küçük çenen ve dördüncü çizginin oluşturduğu kocaman gülümsemenle sen, herşeyinle karşımdaydın. Dünyanın en güzel manzarasına, en güzel sanat eserine bakıyordum. İçimde milyonlarca kelebek sıcak sarı benekli kanatlarını hareketlendirmeye başlıyor, beni nefessiz bırakan bir fırtına kopuyordu.

Derken, o güzel yüzün bana döndü. İki çizgi gözlerimle birleşti, üçüncü çizgi yerinde duruyordu ancak, o dördüncü çizgi yavaşça tersine döndü. Artık ne gülüyordun, ne gülümsüyordun. Sıcak sarı yine sendin ama sarıdan çok sıcak. Çok sıcak.

İçimdeki milyon kelebek sarı sıcak kor tanelerine dönüşüp bedenimi dağladılar, halenden fışkıran sarı sıcak alevler sivri mızraklara dönüşüp tenime saplandı, altın damlacıklı gözlerinden fışkıran ateş çevremi kuşattı. İçime çektiğim sıcak hava ciğerlerimi kavurdu, kelebekler bedenimi içten ateşe verdi, mızrak yaralarından akan şey kan değil kor oldu. Bunları yapan benim sarı sıcağım değildi, bendeki sen değildin.

Tenim kül kül uçuşmaya, bedenim parça parça dökülmeye başlarken arkamı döndüm sana. Kavrulmuş, kömürleşmeye başlamış bedenimi gücü yettiğince gerçek senin sarı sıcağından kaçırmaya uğraştım. Koşarak, yürüyerek, emekleyerek, sürünerek...

Yanmış, kararmış, kömürleşmiş bedenimi geride parçalarını bıraka bıraka evime ulaştırdım. Eksik bir bedenim vardı artık; oradan birkaç parça, buradan birkaç kemik, şuradan biraz deriyi geride bırakmışım. Senin ateşinde yok olmuş onlar, geriye gelmemecesine. Bedenim artık eksik kalmış.

Ağır hareketlerle, uzun bir uğraşla geriye kalan bedenimi toparlamaya çalışıyorum. Kapanmayan yaralarım için her yerimde sargılar, sargıların altında çeşit çeşit merhemler, damarlarımda her türlü kimyasalı içeren ilaçlar. İçimdeki durulmayan kelebekler hala ateş, hala yüreğimi kavurmaya devam ediyor. Tendeki acıdan çok bu ağlatıyor beni. Ben tekrar ilaçlara uzanıyorum. Açtığım şişeden avucuma dökülen ilaçlara takılıyor gözüm; sarı, yuvarlak küçük haplar.... Sen...

Zaman donuyor o anda, her şey yok oluyor. Sadece avucumdaki onlarca sen ve ben... Kirpikleri, kapakları yanıp kül olmuş kapanmayan gözlerimin önünde yavaş yavaş çizgiler çekiliyor üstlerine; iki kısa çizgi gözler için, üçüncüsü küçük çene. Dördüncüyü bekliyorum, hangi senin karşımda olduğunu anlayabilmek için... Ya aslında hiç benim olmayacak ama benim olan sen olacaksın, bana gülümseyen yüzünü göreceğim onlarda ya da bu bedenin geri kalanını da yok edecek ateşinle sen.

Parmaklarımla tek tek uzanıyorum onlara, birer birer ağzıma atıyorum dördüncüyü beklemeden. Hangi sen olursan ol içimde ol, benim bir parçam ol diye...
Etraf yavaş yavaş kararmaya başlarken dünyamda, perdeyi aşıp duvara vuran arsız bir ışık karşımda duran bir seni aydınlatıveriyor. Sıcak sarı bir sen... En güzel, en ışıltılı halinle gözlerimi alıyorsun.. Benim olan sensin bu...

Karanlık herşeyi sararken, seni bile, yavaş yavaş çizgilerin de kayboluyor karanlıkta... İki çizgi gözlerin, üçüncüsü küçük tatlı çenen. Dördüncü çizgi ile her şey karanlık, her şey siyaha bürünüyor.

Hiç yorum yok: