18 Aralık 2011 Pazar

Deve






- Yanındaki koltukta pipo içen devenin giydiği terlik ne renk?
- ???
- Ya görmüyomusun bir deve oturuyo yanında, pipo içiyo, ayağında terlikler var.
- Dalga mı geçiyosun, ne diyosun sen yaa?
- Biraz önce aşk hayatımı sordun ya, onu diyorum.
- Akşam akşam yine saçmalamaya başladın.
- Yanındaki koltukta oturan bir deve yok değil mi?
- Yok tabi, kim varki şu kafede bizden başka.
- Eh, benimki de o hikaye. Olmayan bir şey hakkında sorular soruyorsun, ne cevap vereyim ki?
- !!! Seks yaptığın biri bile yok mu?
- O da ne? Anlamadığım bir dilden konuşuyorsun.
- Cidden yok mu ya?
- Devenin terlik rengi.
- :) Yalancısın.
- Yok. Devenin terlik rengi ne kadar gerçekse, benim aşk ve seks hayatım da o kadar gerçek.
- Yapma şimdi, inanmıyorum.
- Bak bakayım yanındaki koltuğa bir deve oturuyor mu, pipo içiyor mu, ayağında terlik var mı?
- Olmadığını sen de biliyosun, olamazki öyle bir şey.
- Neden olmasın ki?
- Deve olsa, koltukta oturmaz. Otursa da pipo içmez ki.
- Aşkın gerçek olduğuna inanıyosun, gelip seni-beni bulacağına inanıyorsun, ortalık et pazarıyken hala aşk peşinde koşan birilerinin varlığına hala inanıyosun.
- Evet.
- Senin yaşındakiler aşk aramaz, çatır çatır zkişirken sen hala aşk diyosun.
- Evet aşka inanıyorum.
- Ama deveye inanmıyosun.
- Yok.
- Hiç hayvan besledin mi?
- Yok, ilgilenemedim. Bakımı zor.
- Peki hiç çiçek yetiştirdin mi?
- Annem bakardı. Benimkiler hep soldu gitti.
- Ve aşk arıyorsun?
- !!! Ne alaka şimdi ya?
- "Sevgi emek ister" duydun mu hiç?
- Hee. Selvi Boylum Al Yazmalım.
- Ama hayvan besliyemiyorsun, çiçek bakamıyorsun.
- ??? Bulmaca gibisin.
- Bir ev hayvanına ya da saksıdaki bir bitkiye bile yeterli ilgi göstermezken, bir ilişkiyi bir aşkı yürütebileceğine emin misin?
- Abarttın yani. Aynı şeyler mi bunlar?
- Abarttım ama güzel örnek oldu.
- Alakasız.
- Sevginin her türlüsü emek istemez mi? Temeli bu değil mi?
- Evet ama insanla hayvan bir mi, bitki bir mi yani.
- Sevgi değil mi hayvanı da bitkiyi de büyüten.
- Bir açıdan öyle.
- Birini sevmek, sevilmek diyorsun. Farkı ne ki o zaman?
- Ama o insan.
- İnsanın farkı, seni tolere edebilmesinde mi?
- ???
- Yani ona yeterince ilgi göstermediğinde alttan alması, susması, şikayet etmemesinde mi?
- Nasıl yani?
- Hayvana ilgi göstermezsen bağırır çağırır, bitkiye ilgi göstermezsen solar gider. Peki insan ne yapar bu durumda?
- Bırakır gider başkasına.
- Evet. Peki sen hayvan ve bitkilerde bu kadar başarısızlığa uğramışken bir insana ilgi gösterebileceğine inanıyor musun?
- Ama o bir insan, konuyu çarpıtıyosun sen.
- Bakınız 3 cümle önce söylediğim şey, tolere edebilmesi.
- Aman sende. Saçmalıyosun. Uzman kesildin başıma. Sen önce kendine bak.
- Baktım.
- Aşk yok, seks yok diyosun sonra gelip bana ilişki dersi veriyorsun.
- Ne haddime. Sadece senin düşüncelerini sana sorgulatmaya çalışıyorum.
- Neden, ne gerek var ki?
- Umutsuzca aradığın, bulamadığından şikayetçi olduğun şeyi aslında isteyip istemediğinden emin değilim.
- Siktir git, iyice saçmaladın sen.
- Gerçekten, sen ne arıyorsun? Aradığın şeyi biliyor musun? Bulduğunda buna hazır olduğuna emin misin? Bulduğunda götürebilecek misin?
- Sen kendine bak.
- Ben bir şey aramıyorum ki. Bulmaya hayır demem tabi.
- Arasan bulabiliyosun sanki.
- Aramadığıma göre bu söylediğin geçersiz kalıyor.
- Neden aramıyorsun ki, herkes arar, her zaman.
- Aramıyorum, çünkü şu ara bir ilişkiye ayırabilecek zamanım yok. Kimseyi de "yanlış zaman" diye kırmak istemem.
- İsteyen zaman bulur.
- Hayat koşturmacaları arasına sıkıştırılmış bir kaç dakika ile yaşanabilecek şeye aşk/ilişki denmez.
- Ne denir?
- Olsa olsa kaçamak dersin.
- Yok canım.
- Sen ne dersin peki?
- Aşk işte.
- Aşk nedir sence, nasıl yaşanır.
- Tutkuyla seversin, herşeyin o olur, yanar bitersin.
- Evet, başka?
- Bilmiyor musun sanki bana soruyosun.
- Hep onunla olmak istersin, her anı onunla yaşamak istersin, hayatın tadı ancak onunla gelir.
- E biliyosun işte, daha ne soruyosun?
- Biliyorum, o yüzden taa en baştan söyledim sana.
- Ne söyledin?
- Deve.
- Ne devesi yaa?
- Aşk şu ara benim için yanımdaki koltukta pipo içen deve gibi.
- ??
- O devenin terlikleri kadar gerçek.
- Saçmalıyosun iyice.
- Neden ki? Kendimi tanıyorum, durumumu biliyorum. Başkasını kandırmıyorum, hele kendimi hiç.
- Ben kendimi mi kandırıyorum?
- Ben saçmalıyorum, sen alıngansın. İyi bişey bu.
- Öfff...
- Bence sen de bir düşün tekrar. Gerçekten ne istiyorsun, gerçekten ne verebilirsin. Ona göre yaşa hayatını.
- Senin gibi mi?
- Ben öyle yaptığımı iddia ediyorum.
- O zaman sorunun cevabını sen biliyosundur.
- Soru?
- Devenin terlik rengi nedir?
- Pembe üstüne turuncu puantiyeli.




13 Nisan 2011

2 Haziran 2011 Perşembe

Gece Masalı

Derler ki; buralarda dolaşan 3 kadın varmış, kadın dediğime bakmayın böyle sanki çarşafa bürünmüş peçeli kadın kılığında şeylermiş. Aslında bu evlerin arasında, bu tepelerde dolaşırlarmış da göremezmiş hiç kimse.

Derler ki; eğer onları görebiliyosan, onlar istediği içindir. Eğer seni istiyorlarsa, seninle işleri varsa anca onları görebilirmişsin. İşleri dediğim de, pek hayırlı şeyler değil. Onları görenler ya buralardan kaçıp gitti, ya toprağa göçtüler, ya da ortalardan kayboldular ki şu dağın taşlarına dönüştükleri bile söylenir.

Ben olsam o dağda, o taşlıkta, oradaki mağaralarda pek dolaşmazdım. Gece mavi ışıklar görünür oralarda, yerden ateş fışkırdığını görenler de olmuş. Aysız gecelerde o taşların eski tanrılara dönüştüğü, ateş havuzlarının başında bekçilik yaptığı; dağın açılıp içerisindeki gizli odaları 3 kadına ve hizmetkarlarına açtığı anlatılır eski masallarda.

Derler ki, toprağın ateşi akarmış bu dağın altında. Dağın içindeki bu köy kadar büyük mağaralarda odaların altından geçer, şu göl kadar büyük bir ateş havuzunda birikirmiş. Ateşin başında eski tanrılar ellerinden mavi ışıklar saça saça beklermiş. Ateşi mi beklerler, ateşe gelenleri mi beklerler bilinmez ama onlar bile 3 kadına bir şey yapamazmış.

Ateş dokunmazmış kadınlara, zaten ayakları üzerinde yürümez, eteklerini arkalarında savura savura havada süzülürlermiş. Etekleri, kimine göre toprakla birleşirmiş, kimine göreyse havayla. Artlarında eski tanrılara benzer koca yaratıkları hizmetçi edip, dağın içlerine gizli bir kapıdan girerlermiş. Kim bilir ne sebeple.

Çok giden oldu o dağa, o kayalar arasında kaybolup da geri dönmeyen. Geri dönenlerin anlattıklarıysa, yaşlıların korkutmak için çocuklara anlattığı hikayeler oldu. Bu kadınlar senin peşine düşermiş, her adımında arkanda dururlarmış, her yaptığını izlerlermiş. İstediklerinde tam arkanda görünür olup, seni zorla arkana baktırırlarmış. Tek gördüğün kirli, koyu bir giysinin ve peçenin ardına saklı yüzlerindeki gözleriymiş. Boş, kuyular kadar derin, gece kadar karanlık gözleri.


Not: Geçen gece gördüğüm, beni uykumdan eden kabusu yazmak istemiştim. Ama baktım, korku filmlerindeki "buralarda ebeniz böyle zikilir" anlamındaki giriş bölümleri gibi olmuş... Devamını getirebilir miyim, bilmiyorum; çünkü çığlıkla uyanmıştım ve rüyayı kopuk kopuk hatırlıyorum. Belki devamını yazmalı hatta çizmeliyim...

27 Mayıs 2011 Cuma

Gelincik Tarlası

Sağda solda hala kalabilmiş boş toprak parçalarında kendilerini gösterip, beni garip bi şekilde çok mutlu eden gelincikler gördüm yine...



Güzel çiçekler. Çok kırılgan, çok sade, çok ateşli, çok sessiz ve çok beklenmeyen... Galiba, İskandinav mitolojisinde "yeniden doğuş"u simgeliyor...

Acaba diyorum, bir bahçem olsa ya da balkonuma boydan boya saksı döşeyip, bu sevdiğim çiçeklere sahip olsam.... Olası mıdır?

Tohumu satılır mı, toprağıyla taşımam mı gerekir, nasıl yapılır, nasıl edilir?

Var mı bilgisi olan?

24 Mayıs 2011 Salı

Güvercin Hanı


Hava sonunda güzelleşti ya, mutfağın balkon kapısını açıp evi havalandırayım dedim. Sonra işimin başına geçtim..."Birşeyler devriliyor" diye içeri koşturmak zorunda kaldım ve bir baktım ki, evin içinde bir güvercin... Ama mutfakta değil, salonda... Açık bir yer olmadığı için mutfağa kovala, çıkart derken biraz canı yandı sanırım. Ben yapmadım, camlara çarpmaktan. Neyse ki özgürlüğüne doğru rahatça uçabildi...

Tam yerime geçeceğim, başka bir ses... Bir baktım, yatak odasında bir tane daha.. "Haydaaaa" diyerek onu da çıkarttım. Bu akıllım da, dolabın aynasını cam sandığı için biraz "ufff" oldu.

Ve... Bir üçüncüsü... Bu da küçük odada... (Son dönemde orası xCoach'ın odası olmuştu, araya bu bilgiyi de sokuşturayım).

Farkına varmadan güvercin oteli açmışım, onların yolgeçen hanı olmuş burası... Çok güldüm...

Derken aklıma annemin vaktiyle ettiği bir laf geldi... "Sen nereye gidersen güvercinler de peşinden geliyor oğlum..."

Annem benim... Doğruymuş, bir kere daha ıspatlandı...


Not: Bir saat kadar önce, benzeri bir olayın Memideli'min başına geldiğini de eklemem gerek. Ne bu şimdi, aramızdaki bağ sadece isim benzerliğinden çok öte galiba...

12 Mayıs 2011 Perşembe

43 tamam, sıra 8'de...


Yazmayı erteledim ya (unutmadım, salladım) birkaç gün önce 43 yaşıma girdim... Ne değişti bilmem ya en azından bu yıl yalnız değildim.

Demek kiiii, 4 ve 3 tamam, sırada 8 var... Büyük gizem sonunda çözülecek.

Trafik kazaları ... ve detay


Ben bunu anlamıyorum... Arabada bir sorun yok, yolda bir sorun yok, havada bir sorun yok ama "güüüm", "paaaat", "çaaaat"... Sonrasında çığlıklar, belki kan, belki ölüm.. En hafifinden maddi hasar.

- Gideceğiniz yere birkaç dakika, hatta birkaç saniye sonra gitmenizle uğrayabileceğiniz kayıp,

- "Önce ben, hayır önce ben, senden önce ben" diye tatmin ettiğiniz egonuzun birine yol verdiğinizde alacağı hasar,

- "Aman bana ne, beklesin.. Ben geçiyorum", "Polis de yok kamerada şu aradan kaçıveririm o gelmeden", "gaza yükleniveririm, fırtarım aradan" gibi detaylı senaryolar üretebilen beyinlerinizin kafanıza başka bir araç girdiği zaman alacağı hasar,

... bu ya da herhangi bir kazadakinden daha mı çok?

Tüm cevaplar "evet" olmalı ki, resimdeki kaza gözümün önünde oluverdi. Can kaybı ya da sürücülerde bir şey yok ama maddi hasar epey çok. Kazanın sebebi ne diye sormayın... Hiç...Ego... "Senden önce ben" düşüncesi...




Not: Fotoğraftaki diagonal çizgi ne diye sorarsanız.. Arabamın camındaki çatlak. Ama bu kazadan kaynaklı değil.


Not2: Bir süredir biriktirdiğim "kaza" arşivimi bir ara yayınlasam iyi olacak.

Yaşam Hakkı


Resimdekiler, Eryaman'da sıkça görülen manzaralardan; bir kaç detay haricinde....

- İki köpek de belediye tarafından işaretlenmiş.
- Öndeki sırtı dönük köpeğin suratı ve alnı yaralı. Motosiklet çarpması ve yediği dayaklardan dolayı.
- Daha gerideki köpek, çok fazla insanlara yakın. Ama sıkça dayak yediği için psikolojisi (!) bozulmuş ve nasıl davranacağını bilemiyor.
- İki köpek de (resmin çekildiği an) bizim verdiğimiz kemikleri keyifle yiyorlar.
- Karede görünmeyen bir bayanın köpeklere verdiği makarna ağacın altındaki kuşlar tarafından tüketiliyor.
- Ağacın altında, yarıdan kesilmiş iki su bidonunda su var. Hem köpekler, hem kuşlar için.
- Burası cadde kenarında bir park. İnsanlar gelip geçiyor, çocuklar oynuyor, yaşlılar (bu kelimeyi yazarken bi garip oldum) güneşleniyor ya da hava alıyor.

Çok gerekli ya; "bu kareyi oluşturan şey ne" diye düşündüm. 

Hayvanlara olan sevgi mi? Çevrede sadece insanın değil, tüm yaratıkların sahip olduğu (ve tüm inançların/inançsızların savunduğu) "Yaşam Hakkı"na saygı ve bu hakkı koruma mı? Bu parka gelenlerin, bu hayvanlar için birşeyler yapanların hissettiği yalnızlık duygusu ve bağlanma ihtiyacı mı?

"Üçü de olabilir, hatta üçü de" diye düşünürken, resmin üst köşesinde gördüğünüz binanın üçüncü katından bir bayanın attığı çığlıklar araya karışıyor. Önce anlamıyoruz ne söylediği, sonra yanımızdaki bayan bize tercüme ediyor: "O pis (!)  hayvanları burada topluyormuşuz, onların tüyleri uçuşup evine giriyormuş (??!!!), astımı azıyormuş (??) , hepsini toplatıp uyutturacakmış (!!!!!!)."

O an, hep yaptığım kişisel çözümlememi, içimdeki felsefik tartışmaları bırakıyorum. Bu sadece saygı... Yaşama, yaşamaya ve yaşatmaya... Hem kendimiz, hem çevremiz için...

6 Nisan 2011 Çarşamba

Waiting

When you know you're gonna die a violent death, when that's the only way you can die...

It's all about the waiting for that final storm...

If the waiting doesn't kill you first.





Being Human (US), S01E12

3 Şubat 2011 Perşembe

Bırakıveriyorum Kendimi

Son 3 kayıttan ikisinde Mine'ye yazdıklarımı yayınlamıştım, bu kez Buyçe'ye yazdığımdan bir bölümü (başına açıklama amaçlı bir paragraf ekleyerek) yayınlıyorum...


Gripin'in "Sen Gidiyorsun"u çok dinliyorum şu aralar, gidecek olan ben olsam da anlamlı geliyor bana. Geride bırakacaklarım bana bu şarkıyı söyleyecekmiş sanki, gittiğim için şikayetler edeceklermiş gibi... Geride kimi bırakıyorum dersen, vardır birileri elbet beni de seven ya.. Kalmıştır yani üç beş kişi...


Yeniliğin heyecanı var tabii ki, hem negatif hem pozitif yönde… İnsan belli yaşa gelince değişikliğin her türlüsü zor geliyor ya, ben komple bir değişikliğe kalkışıyorum. Daha önce hiç bulunmadığım bir şehre, hiç yürümediğim sokaklara ne kadar ev, ne kadar yuva diyebileceğim bilemiyorum… Yine de denemek zorundayım, belki iyi olur değişiklik :)

Hep bi şekilde güvenceci biri oldum; hep bi şekilde bir yere ayağımı basmak, sırtımı dayamak istedim.. Bu kez böyle bir şey olmayacak ve her şey belirsiz durumda… Bu belirsizliktir ya insanı korkutan; başına ağrılar, ellerine titremeler getiren, gece gözlerin açık tavanı seyretmeni sağlayan…

Her durumda belirsizlik var hayatımda; kalsam da ağrılar, titremeler, seyretmeler eksik değil ki.. Bir cesaret, bir gayret bunu da deneyeyim dedim; daha sonraki “keşke”lere fırsat vermemek için..

Yani, bırakıveriyorum kendimi değişime, belkilere..  Yeni zeminler, yeni duvarlar bulabilecek miyim, birlikte göreceğiz… ;)

12 Ocak 2011 Çarşamba

Zeitgeist


Din insanları, görünmez bir adamın varlığına, gökyüzünde yaşadığına, hayatınızın her gününün her dakikasında sizin yaptığınız her şeyi izlediğine gerçekten inandırmıştır. Ve, yapmanızı istemedği on maddelik bir listesi vardır. Eğer bunlardan birini, herhangi birini yaparsanız, zamanın sonuna kadar acı çekip yanarak çığlıklar atmanız için sizi göndereceği ateş, duman, kül ve işkence dolu özel bir yeri vardır.

... Ama o sizi sever.

Sizi çok sever ve paraya ihtiyacı vardır!

- George Carlin

Not: Ne kadar başarılı çevirdim, bilemiyorum.

11 Ocak 2011 Salı

Fazla şişirilmiş balon

Fazla şişirilmiş bir balon gibiyim ya şu aralar.. içime şişirirlerken neler sokuşturdular ben bilmiyorum, şişirenler düşünsün diyeceğim mecburen, ben patlayınca onların üzerine sıçrayacak. Bunu düşününce hınzır bir sırıtma oturuyor yüzüme; o hiç olamadığım kötü adamların başlarını arkalarına atıp nihohaha sesleri ile gülebilmek istiyorum ya, ne alakaysa bahçem dediğim balkon saksılarımın içindeki boynunu eğip site bahçesinde güneşin tadını çeşitli oyunlarıyla çıkaran çocuklara bakan papatyalarım geliyor gözümün önüne.

Ne alaka? çözümlemek lazım ya şu ara ne o kafa var, ne o istek… Aha bak yine, bişeyler daha sokuşturdular içime, ulan yeter şimdi sıçrayacam üstünüze içimde ne varsa hepsiyle… Keyifleniyordum ya bikaç gündür, yine kaçırdılar tadımı.. Kimler üzdü seni diye sorma sakın, “ben ve herkes” dışında bişey diyemiyorum…

Hani demiştim ya, “artık beni üzen şeyler sadece kendi yaptıklarım, başkalarının bana yaptıkları değil”.. Güzel bi cümleydi, güzel bi karardı, değil mi?... Değil… Çünkü, devamında “başkaları artık beni üzemesin” diye insanlardan bir kaçış da geliyor. Başkaları için nedir durum bilmiyorum ama benim için “insansız” yaşamak mümkün değil, o yüzden keyiflendikçe, kendimi toparladıkça yine insan ilişkileri kurmaya yelteniyorum ama sonuç yine aynı oluyor… “İnsanlar suçlu değil demek ki, benim”.. ya da “benim artık insanlar arasında yerim yok”.. ya da “ben insan değilim galiba” gibi sonuçlar çıkıyor bundan…

İnsan öyle ise, ben öyle yapamıyorsam… 1+1, sonucu belli.. her ne kadar bir artı bir’in iki etmediği konusunda saatlerce konuşmuş olup karşımdakini ikna etmeyi defalarca başarmış olsam da, bu kez karşımdakini ikna edemiyorum.. kendimi….

Bana insanların koyduğu isimlerle yaşayamıyorum, insanların benden beklentilerini gerçekleştiremiyorum, kimseye bir şey vaat etmemiş olsam bile benden talep edilmiş şeyleri sağlayamıyorum… Yalnızlığın ötesinde bunun olduğunu söylemişlerdi.. ama söylenmesi değil yaşanması gerekmiş ya bir şeylerin, işte yaşamak böyle şeylere dönüştürüyor insanı.. Uzak, soğuk, tatsız, eğlencesiz, ayakta durmaya çalışan (kıyıda bir köşede)… hayatı ancak küçük detaylarda, kısacık anlarda yaşayabilen… hayatın tadına küçücük şeylerde varabilen, beklentileri/talepleri azalmış… ama yine de incinmeye açık, incinmeye hazır… “Beni bu noktadan incitebilirsiniz”, “şuram daha hassastır en çok orası acıtır”, “şuradan vurursanız hemen kırılır yıkılırım” diye bağırıyorum galiba.. Neon ışıklı yanıp sönen oklar dizmişim etrafıma, koca koca pankartlar açmışım kör gözün görebildiği….

Başka bir şey olamaz, her şey tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar olduğuna, aynı şeyi yaşadığıma / yaşatıldığıma göre… Daha da mı uzak olmak lazım? daha soğuk? Daha köşeye mi kaçmak lazım?... ya da artık ayakta durmaktan vazgeçip veda etmek?

Ben en iyisi kombiyi azcık daha açıp soğuğu da dünyayı da bir kez daha dışarı hapsedeyim… Bir fincan daha kahve yapayım, şöyle yaz geceleri gibi koyu ve sıcak, üstelik en yıldızlısından… Bir parça çikolata yiyeyim, yine koyu, yine sıcak ama kaybolmak istediğim ormanlarda yetişen ekşi tadlarda.. Çiçeklerime de su vereyim, bu havada inatla yeşil kalmaya hatta çiçeğe durmaya kalkışmalarına ödül olsun… Güzel bir müzik açayım hem çiçekler hem kendim için; şöyle sakininden, evin içini dolduracak, ağır ama etkilisinden… Sonra gidip bir kez daha uzun bir duş yapayım, üzerime yapıştırılmış kirleri akıtması için bu kez daha sıcak olarak… Sonra kokularına göre yaptığım alışverişten bir yemek hazırlayayım kendime, çıtır ekmekli, söğüş domatesli…

Bunlar kaldıysa elimde, kendime hala yaşadığımı hissettiren, onlara tutunayım o zaman… Kayıp gitmeye, sönmeye, çökmeye hazır ya da istekli olmadığıma göre…

Elden, dilden başka ne gelir ki…

3 Ocak 2011 Pazartesi

Limonlu Naneli Şekerli bir Hayat

Neden yazmışım, niye böyle yazmışım bilmiyorum ya.. Sevgili Mine'm bunu geri göndermiş bana, bu tadda bişeyler yazmamı istiyormuş... Yazın 50 derece sıcakta onları yazmışım, şimdi kışın 0 derecesinde ne yazarım bilemedim ya, buraya almak istedim....
Not: Limonlu, naneli ve şekerli olan şey aslında çay...


From: memdali
To: mine
Subject: RE: limonlu naneli şekerli bir hayat
Date: Tue, 3 Aug 2010 12:27:05 +0300
Ha ha...

Mesaj alındı. Acaba yaşıyor mu kontrolü yapıldı, dışarıya bir şey hissettirilmemeye çalışılsa da “ulen ben mektup bekliyorum” hissi yaratıldı, sonra sohbete fırsat yaratmadan uzaklaşılıp asıl istenin mektup olduğu ortaya konuldu. Pek küsel...

Ama pek sıcak; yakında beynim kulaklarımdan akacak ya da tüm vücüdumu kova içinde buzdolabına koyup donmamı bekleyecekler... Altyapı problemleri de had safhada; dün elektrikle uğraşıyorduk bugün su yok.. Gaz zaten yoktu, nerden tuttum da geldim ben bu semtin bu köşesine bilmem ya, aklımı şey edeyim...

Millet tatilde, ben evde sıcakta pinekliyorum.. Gidemediğim için milleti kıskanmıyorum da, bütün müşterilerim de tatil modundalar... Çalışıp para kazanmam lazım, peşlerinde koşturmaktan helak oldum tık yok.. Bilmemne beyler ve hanımlar para yok diye işi 3 kuruşa yaptırmaya çalışırken 2şer 3er hafta tatillere gidiyorlar, deliriyorum...

Sıcaktan mıdır bilmem aklımdan garip garip komik düşünceler geçiyor. En ufacık detayı görüp ya da kısacık bir cümleyi alıp onunla ilgili saçma sapan eğlenceli ve komik şeyler türetiyorum.. Hep ciddi oluşuma bakılırsa bana yakışmayan bi davranış bu. Etrafımdaki 2-3 kişiyi güldürebiliyor olmama bakılırsa aslında hep böyle mi olmam lazım acaba diyorum...

Tahammülsüzlük ağır bi konu şu an için. Kafamı salladıkça beynimden guluk guluk sesler geliyor.. Nasıl seslermiş, “guluk”.. Katlanamama, sabır, anlayış, empati, cahillik, dışlama diye başlayıp giden bir dizi kelime/kavram sonrası aslında bir normalleşme isteği ve alışkanlıkların bozulmasına direnç var... “Ben mutlu mesut standart yaşamımı sürüyorum, hep böyle gitsin” diyenlere özgü bir davranış belki de.. Kim tepki göstermez ki buna, sonuçta çaba göstermen gerekir, kendini zorlaman gerekir yeni koşullara uyabilmek için.. Kimsenin de işine gelmez ki bu..  Asıl nokta ise bu değişime/yeniliğe/alışkanlık bozumuna nasıl tepki verildiği.. İnsanın özü orada ortaya çıkıyor, içinde ne olduğu gösterdiği tepki ile belirleniyor. En basitinden kaba dersin, öküz dersin, uyumsuz dersin, faşist dersin, ya da ne istersen...

Ağır konu oldu bu hava için, oysa ben iç dekorasyon, bahçe, yemek tarifleri, moda, pop müzik konuşmak istiyorum... İçi boş, dışarıdan süslü laflarla serçe parmağım havada ingiliz fincanlarından seylan çayı içmek istiyorum. Bir elimde yelpazem, diğeri ile yüzümün yarısını kapatan gözlüklerimi başımın üzerine iitip “ay hayatım bak ebrunun kocası var ya...” diye başlayan sohbetler etmek istiyorum.. Bu sıcak başkasını kaldırmıyor...

Afrikadan getirttiğim zenci kölem bugün ortalarda yok, bana palmiye dallarıyla yelpaze yapardı. Fransız aşcım şoförle kaçmış yoksa şimdi soğuk aperatifler atıştırıyo olurdum. Nitrojenle özel soğutulmuş banyomda papatya kokuları içerisinde applemartini yudumlar aşkımemnunun tekrar bölümlerini tavana monte ettirdiğim 500inç televizyonumdan seyrederdim..

Tenime değen kumaşın bu kadar sıcak olabileceğini aklıma getirmeyen beynim böyle şeylere çalışıyor sadece. Ufak bir esinti çıktığında, soğuk içecek dolu bardağı elime aldığımda ya da klimalı bir mekana girdiğimde saniyelik olarak farkına varıyorum dünyanın...

“Diğer tarafa bu kadar hazırlık yaptığımız yeter, zaten bizi çıra olarak kullanmaya niyetlisin” haykırışları atmak istiyorum, ama o da izne çıkmış... Sıcağa bile tahammülsüzüz be yaw, hele ben şu günlerde özellikle.

İçim bir dışım bir... Elim de dilim de aynı... Bu kez de böyle olsun, sonuçta ben, bugünlerde, buyum.


Sevgiler,
M.