15 Kasım 2010 Pazartesi

Bugün Hayat

Aslında, günlerim nasıl geçiyor anlatmak isteği ile başladım yazmaya... Kendi küçük eğlencelerimi... Olmayan düzenimi... Olmayan gelecek planlarımı anlatmak istiyordum... Hayatımda ilk defa bir evin bana büyük geldiğini hissettiğimden, yine eski çalışma tempoma dönüp günde nerede ise 16 saat çalışıp araya da garip bir hayat sıkıştırdığımdan, çok yorgun olduğumdan ve yine kilo verdiğimden başlayacaktım... Net, kısa ve açık bir şekilde; şunu yaptım, şu haltı yedim, başıma bu geldi, şunu gördüm... Sonra yine hayat cümleleri dökülmeye hazırlandı parmaklarımdan...

Konular aynı konulardı, daha önce defalarca yazdığım şeylerin farklı durumlarıydı sadece:

Eskiden yalnızlıktan şikayet edermişim, "gündüzleri kalabalık arasında yalnızken...." diye başlayan cümleler kurarmışım... Aslında yalnızlığı tek kişi ile paylaşıyormuşum, onu hayatımın olmasa da günümün merkezine koyuyormuşum; gece yine yalnızmışım - ona o kadar değer veriyormuşum ama gecemi onunla paylaşamıyormuşum... Ve o geceler hiç kolay geçmiyormuşş... Gün olsun da ona kavuşayım diye düşündüğüm çok oluyormuş. Ama, o da artık hayatımda olmayanlardan biri oluvermiş, bense onu özüyormuşum... Kavuşmayı sağlamam mümkün olmadığı için acıyı yoketmenin yollarını keşfetmeye başlamışım...  Ve, ilk yok olan acı, yalnızlık olmuş...Özlemin acısı varmış sırada, sonra ihanetinki... Sonrasında sıralanan çeçit çeşit, zehir yeşili acılar sırada beklermiş... Kahrolası bir sabır da varmış bende ya, taşı büken, kutsallara layık olan... Biri gitti, kaldı iki diye devam ediyormuşum günlerime, gecelerime... Sabır ile keşfediyomuşum acının zayıf yönlerini, nasılını, ne zamanını... Sabır, doğru anı-koşulu beklemeni sağlıyormuş belki ama bu bekleyişle tükettiğin şey ise yine hayat oluyormuş, ömrün oluyormuş. Bu kadar sabrın içerisinde kendime şaşırıyormuşum.... Neden ve nasıl hala devam edebildiğime... Nasıl en dibi gördüğüm halde hala yüzeye çıkabilmek için çaba gösterdiğime... Bazen çaba gösterecek gücü nereden bulabildiğime, bazen ise nasıl olup da hala dibe çarpmadığıma...


Ama onları dökülemeden başka şeyler doluştu beynime... Başka hisler, duyu organları ile algılanan daha basit şeyler ve o anları anlatmak istedi parmaklarım:

Bugün nasıl olup da babamın mezarını temizlerken parmaklarımın arasından kayan zambak yapraklarını, 77 yaşında bir kadının evine misafir olduğumu, ona sarıldığımda gözlerinden akan yaşları ve kollarımın arasındaki çökmüş/eskimiş vücudundaki kemiklerin batışını, annemi mutlu edebilmek için özel traş olmak üzere gittiğim berberin kolduğunda içim geçtiğinde beni uyandırmak için nazik dokunuşunu, balkondaki papatyanın sarı sıcak çiçeklerinden yansıyan güneş ışığını, az kaldı sabaha kadar arabada unutacağım alışveriş poşetinin içerisindeki birkaç elmanın neredeyse içerisindeki suyu ve tadı hissettiren sert ve soğuk dokunuşunu, doğduğum köydeki baskın kokunun artık pişmiş kil değil, gübre olduğunu farketmemi.... 


Detaylar üzerine küçük kareler..Küçük hisler, küçük hissedişler... Kopuk, karmakarışık, sırası ve düzeni bozuk, nereye gideceği belli olmayan...

Tıpkı.... bana kendini hissettirmeye çalışan hayat gibi, benim kendi hayatım gibi...